Bölüm 30

1.2K 148 96
                                    

"Darius-"

"Şş. Biliyorum cadı. Biliyorum."

Elimi tuttu kalkarken. Beraber koridorlardan geçtik ve aşağı indik. Yemekhaneye yöneldiğini gördüğümde, "Irena ve Alec ile buluşacağım. Talim yapacağız." dedim.

"Yemek yedin mi?"

"Sonra yerim. Beni bekliyorlar."

Elimi bir kez daha dudaklarına dokundurup yemekhaneye girdi. Ayaklarımı yerlerde sürterek zarla zorla büyücülerin yanına gittim. İçeri girdiğimde birbirlerinden oldukça uzakta duruyorlardı. Başları da farklı yönlere dönüktü. Gülümsedim.

"Bugün yeterince ısınmamış gibisiniz."

Birbirleri ile göz göze gelmekten kaçınarak cevapladılar beni. Görmedikleri sorunların yok olacağını uman çocuklar gibi.

"Nefeslerimiz ile başlayalım."

Ayaklarımızı yere sabitledik. Tüm gücümüzü topuklarımızdan zemine bastırdık. Derin derin alınan nefeslerimiz eşliğinde gözleri kapandı iki büyücünün. Karşımda duran bu iki gencin kumaşını seviyordum. Su gibiydiler. Şekil almaya hazır fakat zayıf değil. Hızlı ama aceleci değil. Onlara bana verilmeyen her şeyi vermek istiyordum. Tek sınırın insanın kendisi olduğunu bilmelerini istiyordum. Ruhları zincirlenemesin, özgürlüklerini hiç kaybetmesinler istiyordum. Bunun için elimden ne geliyorsa yapmaya hazırdım.

Ayaklarımdan birini geriye aldım yere sürterek. Değiştirdiğim pozisyonumu duyan büyücüler, gözlerini açmadan bana eşlik ettiler. Büyünün temeli ruhtu. Doğduğumuz da bize bahşedilen bir bedende bulurduk kendimizi. Bir kafeste. Ruhunda büyünün kırıntıları taşıyorsan, sihrin parıltısını saçıyorsan etrafa o kafes eğilir bükülür seninle şekillenirdi. Benim durumum bir istisnaydı. Gökten indim, yoktan var oldum. 18 yaşında  her şeyden habersiz ve kimsesizdim. Etten kemikten oluşan bedenim bana ve güçlerime gerçek bir kafesti. Onlara bu mahçup kokan hissiyatın uğramasına fırsat vermeyecektim.

Ruh dansımızla birbirimizin etrafında döndük durduk. Onlara büyülü kelimeler öğretip çizgiler içerisinde adımlar attırmıyordum. Güçleri ile bir olmayı öğretiyordum. Benim 500 seneye yaklaşan ömrümün son yüzyılında keşfettiğim bir gerçekti bu. Ruh ile bir olan bedenin bir dile ihtiyacı yoktu.

Birbirimizin etrafında salınırken çevremizi büyünün kokusu ve gücün o tatlı parıltısı sardı.  Alec'e yaptığım bir hareket ile geri çekilmesini belirttim. Ben de onunla birlikte bir adım geriledim ve Irena'nın gücüne seslenmesini bekledim. Saniyelik odağı ile büyüsünü dışarı vurduğunda attığı her adım ve her keskin kıvrak dönüşünde parmak uçlarından bileklerine, ardından kollarına uzanan mavinin koyu bir tonu kendini gösterdi. Onu sarmalarken havaya süzüldü. Alec, Irena'nın her dönüşünü sindirerek izliyordu. Gözünü kırpmadan hatta nefes almadan. Irena'nın sertleşen adımları ile odayı aydınlatan günedenlerin rengi yavaş yavaş maviye dönmeye başladı. Sönük bir dönüştü. Ateşi hakimiyeti altına alamayacağı aşikardı. Belki şimdi değil, fakat zaman ile artan kontrolü ona her kapıyı açabilirdi. Irena'dan sonra Alec, öne çıktı. Dansı bir savaş dansını andırıyordu. Sertti. Netti. Kolları bir şahin gibi yükseliyor, başının üstünden çevirdiğinde odayı büyüsünün gücü dolduruyordu. Büyüsünün net bir rengi yoktu. O da kendini zorlayana kadar devam etti ve en sonunda çekildi.

Sindiğim karanlıktan bir adımda çıktım. Bir elimi karnımın hizasına avucum yukarı açık şekilde getirip diğerini boynumun altında avucum yere dönük şekilde tuttum. Odayı iki büyücünün gergin nefesleri dolduruyordu. Günedenler benim rengimi almış, yeşil alevleri tavana kadar uzanacak şekilde yanıyor fakat değdikleri yeri yakmıyorlardı. Kontrolüm altında tutmayı öğrendiğim ateşim, ben istersem yakar ben istersem kül ederdi. Beni yakıp kül eden altında yıllarca ezildiğim baskıların altından kalkan bir ankaydı gücüm.

Khalida'nın GünleriHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin