tavanı izlemekten yorulan gözlerim usulca kapanmaya başlamışken zihnimden geçen her bir düşünceye esir olmaktan ne kadar çok sıkıldığımı fark ettim.
Hayat dediğimiz bu üç aşamalı iğrenç bulmacadan oldukça sıkılmıştım,henüz yolun çok daha başında, ortalarında bile değilken beni yaşamdan böylesine kuvvetle soyutlayan her şeyden nefret ediyordum.
Doğum yaşam ve ölüm arasındaki bu iğrenç paradoksta her geçen gün biraz daha yitip gittiğimi fark etmek beni tarifi imkansız bir duygu karmaşasına sokuyordu.Belki de her şey,hayatın,yaşamımın tüm anlamı kim olduğumu bilmekte yatıyordu. Ne acı ki ben kim olduğumu bilmiyordum,nereden geldiğimi,nereye ait olduğumu,buraya,bu odaya,bu hayata mahkum edilmeden önce nasıl bir yaşamım olduğunu bilmiyordum.
Ailemi,evimi,hayatımı...Çok küçüktüm bu evde gözlerimi açtığımda,anne olarak bildiğim kadının, baba dediğim adamın,ailem olduğuna inandığım insanların benim üzerime kurmuş olduğu yalan hayatın baş karakteri olduğumu öğrendiğimdeyse on beş yaşındaydım.
Çok küçükken,hiçbir şeyin anlamını kavrayamayacak kadar aklı selimken ailemden alınıp bana yeni bir aile kuran insanlara değildi öfkem.
Benim saf öfkem kendi benliğime olandı.
Kim olduğunu bilmekten korkan Ozanaydı benim tüm nefretim.
Belki adım bile bu değildi,belki ben çok başka bir yerde,bambaşka bir isimle,bambaşka bir şehirde, bambaşka bir ailede doğan o çocuktum.
Kimdim ben?
Bu soruya 20 yıl boyunca cevap verememiş olan,ailem dediğim ama aileden başka her sıfatın daha uygun olacağı insanların arasında yitip gitmekten korkuyordum.Belki hiç sahip olamadığım yaşamımda gerçekten sevilmiştim,belki bana yaptıklarından hiçbir zaman üstünlük duymayan bir babam vardı bir yerlerde, belki beni olduğum gibi kabul edecek bir anneye sahiptim.
Bunlardan koparılmış olma düşüncesi beni yiyip bitiriyor,öfkeli,vurdumduymaz birisine çeviriyordu.
Yine de bu umut denilen,saf ve temiz duygu içimi kapladığında bir gün hak ettiğim yaşama kavuşacağımın hayalleriyle yanıp tutuşuyordu kalbim.
Umut ne kadar da tuhaf bir şey böyle, böylesine siyah,böylesine karanlık zihnimin içerisine ekilmiş sevinç tohumu gibi,beni yaşamda tutan tek yanım buymuş gibi. İçimde dallanıp budaklanan,dallarına tutunup hayatta kalmaya çalıştığım tek güvenilir yanım...Çalan kapıyla yattığım yatakta doğruldum, odaya gelen babamla birlikte usulca oturur pozisyona geçip konuşmasını bekledim. O ise yine tüm heybetiyle karşımda beni süzüyor, aşağılar gibi beni inceleyen gözleri dünya üzerindeki varlığımı her geçen saniye daha da değersiz hissetmeme neden oluyordu.
"Geçen gece eve neden o kadar geç geldin Ozan?"
Alayla gülüp geri yatağıma yattığımda,ensemde hissettiğim el beni ayağa kaldırmıştı.
"Sanki çok umrunda baba."
"Elbette umrumda,burnunu soktuğun pis işlerden seni her defasında kurtaracak kahramanın değilim ben Ozan,büyü artık!"
Gözlerimi yere kitleyip sakin olmak için derin bir soluk aldım,resmen beni sınamak ister gibi karşımda dikilmesi sakin olabilmeme yardımcı olmuyordu.
"Denizle,yani Deniz Hoca ile birlikteydik,dersimiz geç bitti. Daha sonra da kendi arabasıyla eve bıraktı beni."
Babam elini saçlarına atıp,her defasında kısacık kestirdiği saçlarını karıştırdı tedirginlikle.
"Umarım bu seferde beni utandıracak bir şeyler yapmazsın, Deniz gibi harika bir öğretmeni kaçırmak istemiyorsan tabi."
"Senin sözlerinin dışında sözüm mü geçiyordu da ben mahveteceğim işini?"
Büyük bedeni üzerime doğru yürümeye başladığında geriye doğru sendeledim,kendimi olduğum yere sabitlemeye çalışırken yüzüme eğildi.
"Hele bir sözlerini geçirmeye çalış,o zaman ne oluyor görelim Ozan Bey."
Hızla odamdan çıktığında dolan gözlerimle beni burada baş başa bırakmıştı. Kendimi yatağa atıp yüzümü elime geçen yastıklardan birisine bastırdım. Böyle anların yaşanmasından nefret ediyordum,sözlerinin bir tokattan daha çok canımı yakmasından nefret ediyordum.
Hapsedildiğim bu hayatta hiç sevilmemeye mahkum edilmek içimde tarifi imkansız bir öfkeye neden oluyordu.
Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken telefonumdan gelen bildirim sesiyle kaldırdım kafamı yataktan,telefonu almak için masaya uzandığımda bir yandan da elimin tersiyle akan gözyaşlarımı siliyordum.
Denizden gelmiş olan mesajı gördüğümde telefonu hızla açtım."Ozan,rahatsız ediyorum ama seni bugün bir yere götürmek istiyorum. Yarınki dersimiz için yardımcı olacağını düşündüm. Müsait miydin?"
Yüzüme bir gülümseme düştüğünde yüreğim sızladı çaresizliğime.
"Evet müsaitim, kaç gibi gelirsin?"
Yazdığım şeyle birlikte telefonu yatağa bırakıp üzerime bir şeyler geçirdim telaşla. Geriye dönüp telefonu tekrardan elime aldığımda ondan gelen iki mesajı hızla açtım.
"Evin önündeyim,seni bekliyorum."
"Hadi in aşağıya:)"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
bir mucize gerek. | bxb
Teen FictionAkhilleus'u öyle kapkara bir yas bulutu kapladı ki iki eliyle aldı ocağın küllerini, döktü başının üstüne, kirletti güzelim yüzünü. Sonra uzandı boylu boyunca tozun toprağın içine, elleriyle çıkarıp kopardı, kirletti saçlarını.