be there

12 1 0
                                    




Joseph




Saniyelerin bu denli hızlı geçtiğini hazırlanmaya çalışırken fark etmiştim. Zaten hep önemli olduklarında hızlanırdı akrep ve yelkovan. Ve ben zamanın nasıl geçtiğini ancak geriye dönüp baktığımda görürdüm. Mesela buraya geleli neredeyse 5 ay olmuştu ve ben bunu henüz iki gün önce fark etmiştim. Annem "Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsan bunun bir sebebi var Joseph. Yanındaki insanların ve onlarla olan muhabbetinin kalitesi..." demişti bir keresinde. Onun söylediği bu anlamlı cümleleri Amerika'da anlamaya başlamıştım. Lisedeki savruk halim yavaş yavaş kayboluyordu çünkü burada. Sanırım yetişkinliğin ne demek olduğunu anlıyor, buna da alışmaya başlıyordum.

Giyindikten sonra saçlarımı ince bir tarakla tarayıp biraz olsun düzeltmeye çalıştım. Maalesef çabam sonuç vermeyince buna vaktim olmadığı gerçeğini kendime hatırlatarak odamdan çıktım. Lisa'nın odasına gitmeyi düşündüm ama onun hazırlanıyor olma ihtimaline karşın odasına giden koridorun köşesinde beklemeye karar verdim. Koridorun fotoselli lambası bir yanıp bir sönüyor, ona kendimi gösterme çabası beni sinir ediyordu. En sonunda bundan vazgeçip kendimi karanlığa mahkum etmeyi seçtim. Cebimden çıkarttığım telefonun ışığı vardı yalnızca koridorda. Rehberden Nat'i bulup ona yazdım. "Ben hazırım. Koridorda bekliyorum." Mesajın iletildiğinden emin olduktan sonra telefonunun kilit tuşuna bastım ve telefonu avucumun içinde sıkıca tuttum. Saniyeler içinde telefonum titredi. "Kafeye git." Nat'in bu net cevabı gözlerimi devirmeme sebep oldu. Memnuniyetsiz bir insan gibi görünmek istemezdim -ki genelde öyleydim- ama tek başıma oraya gitmek istemiyordum. Beni ufak da olsa bir belirsizliğin içine attığı için Nat'e inanılmaz sinirliydim. Telefonum tekrar titremişti. "Lisa ile geleceğiz. Kaybedecek vaktimiz yok." İçimi okuduğunu düşünsem de bunun ne kadar gülünç olduğunun farkındaydım.

Koridorun köşesinden hızlı adımlarla çıkış kapısına yöneldim. Güvenliğin beni sorgulayacağından emindim ama kapıya varana kadar neler söyleyebileceğimi kafamda kurup duruyordum. Yurdun çıkış kapısına ulaştığımda kapının kolunu sıkıca kavradım ve kendime doğru çektim. Soğuk hava yüzümü yalayıp geçti, etrafa kısa bir bakış attım. Bugün şanslı günümdeyim diye geçirdim içimden. Çünkü güvenlikler etrafta görünmüyordu. Hoş, burada olsalardı da beni zorla yurtta tutma gibi bir gayeleri olmazdı. Yine de sosyal anksiyetem bazen beni zorluyordu.

Soğuk havanın tenimde bıraktığı karıncılanma hissiyle yürümeye başladım. Üniversitenin çıkış kapısına vardığımda gözlerim batmaya başlamıştı. Soğuğu sevmeme rağmen bana zarar verdiği kaçınılmaz bir gerçekti. Eldiven giymeme lüksüne sahip olmamama rağmen giymediğim için kendime sövdüm ve ellerimi cebime iliştirdim. Belli belirsiz yanan sokak lambalarının arasından dar sokağa girdim. Açık barların kapısının önünde oluşan insan öbekleri beni görmemişti bile. Kimisi kendi arasında şakalaşıyor, birkaç çift öpüşüyor, bazıları ise sanki ayakta durmakta zorlanmıyormuş gibi hala içiyordu. İnsan uğultuları arasından barda çalan müziği zor da olsa duyabilmiştim. Daha önce duyduğum bir sesti bu. Solisti, Lisa'nın arkadaşlarından biriydi ve bu civardaki en ünlü gruplardandı.

"I said maybe
You're gonna be the one that saves me
And after all
You're my wonderwall..."

Duyduğum müziğin yürüdüğüm yol boyunca aklıma takılacağına ihtimal bile vermezken kendimi sürekli aynı melodiyi söylerken bulmuştum. Çok sevdiğim bir şarkıydı bu, ama açık konuşmam gerekirse her zaman dinlemezdim. Oasis, babamın en sevdiği gruplardan biriydi ve bu yüzden kendisiyle oldukça erken tanışmıştım. İngiliz olmaları da onlarla gurur duymamıza neden oluyordu, çünkü ünleri dünyanın dört bir yanına yayılmıştı. İngiltere'nin Eurovision'da gösterdiği başarısızlıklarını düşünürsek bu bizim için oldukça önemliydi.

The Secret of Joseph | bxbHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin