8

42 13 4
                                    

(Size K-pop sektörünün atalarından, TVXQ'dan bir şarkı getirdim. 2009 Kasım'ında şirin mi şirin bir şarkı yaptılar ve bize sundular. Umarım ki bu şarkı modunuzu yükseltir. O zaman haydi kitaba!)

(1 gün sonra Yoon Jaehyuk'un ağzından)
Bugünki çalışmaları Jihoon ile beraber gezip kontrol edecektik. Arabamdan indiğim gibi medya bizi fotoğraflamaya başlamıştı. Ekrana gülümsedim ve sonunda adamlarımız bize yol açtığında içeri girdik. Önce dinlenmek için yöneticinin odasına gittik. Orada üçümüz başbaşa kaldık; ben, Jihoon ve onun sevgilisi. İçkilerimizle beraber oturduğumuzda bir süre sessizlik hakim oldu.

-Sizi tanıştırmadım, kız arkadaşım Mieun.

-Tanıyorum, elbette tanıyorum. Memnun oldum, Yoon Jaehyuk.

-Ben de memnun oldum, diyerek uzattığım elimi sıktı. Saat 2'ye doğru gelirken kalktık ve çalışmaları izlemek için ayrıldık. Önce okçuluğa gittik, her şey yerli yerindeydi. Biz de o yüzden biraz performanslarını izleme kararı aldık. Yukarıda balkondan izliyorduk ki Mieun haykırmaya başlamıştı.

-Woah! 12'den vurdu. Gördün mü?

-Cidden iyi vurdu?

-Kim bu çocuk, diye sordu Jihoon'a.

-Haruto, Watanabe Haruto. Polislik okulunda okuyan bir çocuk, çok güzel bir çocuk.

-Yetenekli görünüyor, diyerek bana bakarak gülümsedi. İkimizin ortasında duruyordu ve ikimizle de iletişime geçmeye çalışıyordu.

-Öyle. Gidelim, masa tenisine bakalım, diyerek oradan ayrıldık ve masa tenisine gidip baktık, herkes harıl harıl çalışıyordu ve kimse bizi fark etmiş değildi. Onları da bir süre izledikten sonra resim atölyesine gittik. Sıra sıra aralarından geçip resimlerine bakıyorduk.

-Ben de resim çizmeyi öğrenmek istiyorum.

-Ne dersin, seni de bi kursa yazdırsak mı?

-Yapabilir miyiz? Bence tatili beklememiz gerek.

-Sen nasıl istersen, diye sohbetleri uzaya uzaya önden ilerliyorlardı. Mieun, Jihoon'un kolundaydı. Ben de arkalarından giderken, boya sehpasının üzerinde motor anahtarı gördüm ve kimin olduğuna baktım. Park Jeongwoo, babasının sayısız işime yardım ettiği Park Jeongwoo.

-Jeongwoo, diye seslendiğimde irkilerek fırçasını bıraktı ve bana tıpkı babasında gördüğüm o bakışı atıp resmine geri döndü. Bana bokmuşum gibi baktı. Elimi omzuna koyup sıktığımda fırçasını resminin üzerinde durdurdu ve başını eğip fırçayı bıraktı.

-Efendim, diyerek tekrar başını kaldır ve bana baktı.

-Seninle...bu akşam bir yemek mi yesek?

-Neden?

-Belki biraz konuşuruz.

-Kız arkadaşınızla konuşun.

-Ben bekar bir erkeğim.

-Ya da tercih edilmeyen, diyerek resmine geri döndü. Kulağına eğildim.

-Şu çatı altında hayatın benim elimde. Bu akşam saat 7-8 gibi babanla aile yemeğine geldiğiniz restoranımda buluşalım, dedim ve omzunu biraz daha sıkıp, pat patlayarak Jihoon'un arkasından gittim. Oradan da Yüzücülük kursuna gitmiştik. Yüzmek, benim de en sevdiğim aktiviteydi.

(So Junghwan'ın ağzından)
F grubu erkekleri olarak çalışırken A grubunun kızları kurulanıyordu ve bazıları bizi izliyordu. Havuzun sonuna gelip su yüzeyine çıktım ve kulağıma giren suyu boşaltmaya çalıştım. Saçlarımı geriye atıp zemini tutarak kendimi yükselttim ve oturdum. Kulağımla ilgilenirken A grubunun erkeklerinin, A grubunun kızlarının yanına gittiğini gördüm. Birlikte sohbet ediyorlardı. Bir an gözüm Mibyeol'a takıldı. Fakir bir erkekle sohbet ediyor gülüşüyordu. Hala yüzüne yapışan saçları kurutmakla meşguldü. Fakir herif havluyu onun elinden aldı ve onun için saçlarını kurutmaya başladı. Dikkatlerini dağıtmak için hızla sudan tamamen ayrılıp tramboline gittim ve suya kendimi bıraktım. Su vücudumu acıtırken yüzeye çıkmaya çalışıyordum su yüzeyine çıktıktan sonra herkesin bana baktığını fark ettim. Sonra tekrar yüzüp havuzun sonuna geldim ve havuzdan çıkıp kurulanmak için havlumu aldım. A grubunun yüzücüleri soyunma odasına gitmek için ayrılmıştı. Ben de dolabımın önünde havluyla saçımı kurutuyordum.

-Kafayı mı yedin sen, diyen ses dönüp havluyu başımdan çektim.

-Ne oluyor?

-Suya nasıl atlayacağını da mı bilmiyorsun? Sana F vermekte haklılarmış.

-Nasıl atlayacağımızı sana sormamız gerektiğini bilmiyordum.

-Kendine zarar verebilirdin.

-Bundan sana ne?

-Aptal.

-Ne dediğini sanıyorsun sen?

-Aptal olduğunu açıkça söylüyorum.

-Bak, arkadaşların çıkmış. Sen de gider misin?

-Canın cehenneme. Neredeyse ciğerlerini patlatacaktın.

-Onlar benim ciğerlerim. Senin tavsiyene ihtiyaçları yok ama yine de teşekkür ederiz. Ben ve ciğerlerim, dediğimde göz devirip oradan uzaklaştı. Beni hala önemsiyor olması iyi hissettirmişti. Bu da demek oluyordu ki o da benim gibi aynı okuldan olduğumuz için daha samimi olduğumuzu düşünüyordu. Kendi kendime gülümseyip havluyu omzuma attıktan sonra dolabımı kapattım ve hızla oradan uzaklaştım.

(Kim Junkyu'nun ağzından)
Babam ile turnuva binasına geldikten sonra babamdan ayrılmış, annemin yaptığı kızarmış manduları Asahi ile yemek için onun odasına gidiyordum. Ne tesadüftür ki onu koridorda yürürken gördüm. Elinde telefon, oldukça dalgın bir şekilde yürüyordu. Ona doğru büyük adımlar atarken çevreme bakıyordum. Koridorda bizden başka bir de şu iş adamının oğlu olan Jeongwoo'yu gördüm. Asahi'ye öyle bir bakıyordu ki ona saldıracak sandım. Asahi'nin dalgınlığını fırsat bilip avını gözleyen bir çita gibi üstüne atlayacağını sanmıştım. Derhal onu, koruma içgüdüsüyle harekete geçirdim ve seslenerek dalgınlığından kurtardım.

-Asahi, diye bağırdım. Böylece Jeongwoo da onun yalnız olmadığını görünce gitmiş, Asahi de beni fark etmişti. Onunla birlikte odasına gittiğimizde kapıda dansçı çocukla karşılaştık. Birden durup kapıdan çekildi.

-Siz önden geçin çok terledim, dediğinde güldüm ve teşekkür edip önden geçtim. Hemen benim arkamdan da Asahi, onun arkasından da dansçı çocuk girmişti ve dansçı çocuk içeriye adım atar atmaz bir anda banyoya koşturmuştu. Kimseyi rahatsız etmek istemeyen düşünceli biri olması onun tatlılığını destekliyordu. Biz kapının önünde ayakkabılarımızı çıkarırken tekrar kapı açıldı ve uzun, okçu olan içeri girdi.

-Merhaba, diyerek selamladı ve ayakkabısını hızla çıkarıp o da bizim gibi terlik giyindi. Biz de içeri geçip lambayı açtık ama aynı anda çığlığı basmıştık. Boksçu olan çocuk karanlıkta, gözleri kapalı oturup başını arkasına yaslamıştı ve yüzü yara bere içindeydi. Biz çığlık atınca sakince gözlerini açtı.

-Ah yaşıyormuş, dedim ve elimi kalbime koydum.

-Pardon, korkuttum mu, diye japonca sordu. Başımızı nezaketen hayır anlamında sallasak da üçümüzün de kalbinin durduğu aşikardı.

-Yüzünü...neden...temizlemiyorsun, diye kibarca sormaya çalıştım.

-Genelde babam temizliyor. Bunda pek iyi değilim.

-İstersen senin için pansuman yapabilirim.

-İyi olur, dedi ve dikleşti. Ben manduları Asahi'ye verip bir kaç pansuman eşyası bulduktan sonra yüzünü temizledim ve o an telefonu çaldı. Telefonu açıp kulağına koysa da yüzünü temizlediğim için yakındım ve ne konuştuğunu duyuyordum.

-Çabuk aşağıya in.

-Ne?

-Ben geldim. Derhal aşağıya in.

-Tamam, dedi ve elimi tutup beni durdurdu. Sonra sertçe elimi indirip ceketini alarak çıktı.

(Kanemoto Yoshinori'nin ağzından)
Ceketimi giyinip yakalarını silkeleyerek düzenlerken aklımdan bin bir türlü şey geçiyordu. Ensemdeki saçlar beni kaşındırınca onları da ceketin üstüne aldım ve tekrar ceketin yakalarını düzelttim ama o kadar dalgındım ki nereye yürüdüğümü bile bilmiyordum. O sırada biri ile çok şiddetli bir şekilde çarptım ve ani bir refleksle düşmemesi için kolunu tuttum. Biraz arkama dönüp kim olduğuna baktım, o da arkasına dönüp bana baktı.

-Ne oluyor be? Yürüdüğün yere baksana!..

STRUGGLEHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin