BÖLÜM ŞARKISI:
Nikki Flores - Little Miss Independant
BÖLÜM 11
29.Gün
Aynada son kez kendime bakarken, neden böyle bir şey yaptığım hakkında kendime defalarca küfür ettim. Bundan seneler önce, en son, lise balolarım da böyle kıyafetler giyinmiştim. O adamın, bana sadece bir kart göndereceğini biliyordum. Fakat bu elbise ve maske hiç beklediğim şeyler değildi. Onları giymem de, ayrı bir ironiydi. Derin bir nefes aldım.
Kıpkırmızı ruj sürdüğüm dudaklarımı yaladıktan sonra, aynanın önünde duran maskeyi elime aldım ve yüzümün önüne getirerek, yansımama baktım.
Tamamen, farklı biri olmuştum. Tamamen, tanınmaz bir kişiye dönmüştüm. Ben bile kendimi tanıyamamıştım.
Uzun zaman boyunca ilk defa elbise giymiştim. Her zaman pantolon ve bir tişörtle kombinlerdim kendimi. Moira bu halimi görse, gerçekten ağlayabilirdi. Bana kadına benzemem konusunda bir sürü konuşma yapmıştı. Bu konuda o benden daha olgunmuş gibi dursa da, onun sözü dinleyeceğim yaşa gelmemişti.
Evan'la ortakken, böyle bir kılığa sadece Gwen girerdi. Soygun yapmamız için, her planda kılık değiştirmemiz gerekiyordu. Evan, Gwen'in başaracağından emindi, ben ise sadece yedektim. Hiçbir zaman oyuna girememiştim. Her neyse.
Bu gece, bu elbiseyi giymemem, hatta ve hatta o davete gitmemem gerekiyordu. Fakat ortada bir oyun varsa, herkes kurallarına göre oynayacaktı. Bu yüzden sınırı aşmamam gerekiyordu.
Aynadan son kez kendime baktıktan sonra maskeyi ve davet kartını elime aldıktan sonra evi terk ederek, arabama bindim.
Davet kartında yazılan adresin, önümdeki bina olduğunu doğruladıktan sonra maskeyi ve kartı elime alarak, arabadan indim. Sokak bomboştu. Kaldırımlardan geçen tek tük insanlar, yüzlerinde ki maskelerle içeriye girmeyi hedefliyor gibilerdi. Derin bir nefes aldıktan sonra karşıya geçtim ve bende diğer insanlar gibi binanın koridorlarına adımladım.
Dışarıdan görüldüğü gibi olmayan bina, eserlerle ayrı bir güzellik sergilemişti. Elgar'ın eserleri her katta ve her köşede öyle mükemmel duruyordu ki, binaya girildiği ilk anda insanı büyülüyorlardı. İçerinin değişik ve boğucu bir havası vardı. Kırmızı ve siyahın yer edindiği bir yerdi. Çok fazla karanlıktı ama güzeldi.
Topuklu ayakkabımın çıkardığı sesle birlikte üst kata çıkarken, sandığımdan daha az kişinin olması beni şaşırtmıştı. Çok fazla kişi bekliyordum, fakat öyle olmamıştı. Omuz silktim. Kalabalık bir yer istemezdim açıkçası. Gerçi ilk defa böyle bir yere geliyordum.
Son kata çıktığımdan emin olduktan sonra, mayhoş eden klasik bir müzik kulaklarımı doldurmuştu. Bu katta daha az kişi var gibi görünüyordu. Maskemi elimde tutarken, önümdeki adama çarpmamaya dikkat ettim.
Eserleri tek tek incelerken, O'nu gördüm. Simsiyah smokini ve yana yatırılmış kıvırcık saçlarıyla bana bakıyordu. Aramızda çok da fazla mesafe olmasa da delici bakışları her yeri inletiyordu. İstemeden de olsa, yutkundum. Kapkara bakışları, insanı ürkütüyordu.
Birkaç saniye onu izledikten sonra ayaklarımı hareket ettirdim ve Cehennem adlı çalışmanın önüne geldim. Tam çalışmanın önünde duruyordum, o ise hala kapı tarafına bakıyordu. Çalışmayı daha dikkatli incelerken, o da benim gibi esere döndü.
''Kırmızı kadar günahkar, ama bir o kadar da güzel.'' dedi bir anda. ''Maske yakışmış.''
''Sandığınız kişi olduğumu sanmıyorum bayım,'' dedim hala çalışmaya bakarken. ''Siz kimsiniz?''
''Ben, Cennet'ten sürgün yemiş bir babanın oğluyum.''
Kaşlarım çatık bir şekilde ona döndüm. ''Neden burada bulunduğum hakkımda bir fikrim yok.''
Maskesinin altından, ışıltılı gözlerle bana baktı. Dudağının kenarı kıvrılırken, bana arkasını döndü ve yürümeye başladı. Arkasından hala çatık kaşlarımla bakıyordum. Tanrı aşkına, bu adamın sorunu neydi?
Sakin kalmaya çalışarak, arkasından ilerledim. Sinir edici bir yavaşlıkla ilerliyordu. Yanından geçen garson tipli adamın elinden iki şarap dolu bardak aldıktan sonra bir anda bana döndü ve sol elindeki bardağı bana uzattı. Uzunca maskesinin ardındaki gözlerine baktıktan sonra elindeki bardağı aldım.
''Bak, burada her ne yapacaksak bir an önce bitsin istiyorum.''
Güldü. ''Alt kattaki eserlere baktın mı?''
''Hepsine değil,'' dedim Elgar'ı ararken. Ortalıkta görünmüyordu. Sanırım alt katta bir yerdeydi. Eserler hakkında konuşmasını yapmış mıydı?
''O zaman işimiz daha bitmedi.'' dedi bardağı boş bir masaya koyarken. Elimi zarifçe tuttuktan sonra henüz yudumlayamadığım bardağımı da kendi bardağının yanına koyarak beni daireden çıkardı.
Buna izin vermemem gerekiyordu. Beni sürüklemesine izin vermemem gerekti. Tanrı aşkına, bu adam bana zarar vermeye çalışmış ve üstüne üstlük beni öpmüştü.
Merdivenlerden dikkatle inerken sordu. ''Kim olduğumu bilmek istiyor musun?''
Son basamaktayken ona sinir bozucu bir şekilde baktım. Anlamış gibi kafasını yere eğerek güldü. ''O halde sesini kes ve kendimi tanıtmama izin ver.''
Sustum ve beni her katta gezdirmesine izin verdim. Eserler, harikaydı. Elgar dalında iyi bir adamdı. Resimler o kadar güzel bir titizlikle yapılmıştı ki, her noktası bir değer taşıyordu. İçten içe kendi hayatımı düşünmeden edemedim. Sanki, her resmin içinde ben varmışım gibi hissettim. Hayatım, ailemi bir kundaklama da feda etmem ve Moira'nın hastalığa yakalanmasıyla siyaha dönmüştü. Tek beyaz noktam Moira olmuştu. Onun için her şeyimi feda etmem gerekmişti.
Kırmızı ve siyahın daha bol olduğu bir tablonun önünde durduğumuzda bakışlarımı ona çevirdim. Elimi bırakmamıştı ama bana bakmıyordu. Tamamiyle önündeki esere odaklanmış ve kaşlarını çatmıştı.
''Bu çalışmanın ismi ne biliyor musun?''
Bakışlarımı tabloya çevirdim. ''Bordo mu?''
Göz ucuyla bana bakıp, güldü. Hiçbir şey demedi. Bilmem kaç dakikadır o tablonun önünde durduk. En sonunda tamamiyle bana döndü ve az önce her esere baktığı gibi bana baktı.
''Bana orada ne gördüğünü anlat.''
Kafamı iki yana sallayarak güldüm. ''Ciddi misin?''
Bakışları 'ciddiyim' dercesine bakıyordu. Omuz silktim ve kollarımı göğüslerimin altında çaprazladım.
''Siyah, burada mermiyi temsil ediyor. Siyahın sıçradığı her köşe birer mermi, siyahın altında yer edinen her kırmızı ise kan gibi. Mermiler kana bulanmış.'' dedim tamamiyle dürüst olarak.
''Yüzeysel,'' dedi büyülenmiş gibi bakarak.
''Ya sence?'' dedim gözlerimi tablodan ayırmadan.
Hala bana bakıyordu. ''Vazgeçen bir kız var,'' dedi. Gözleri bir an olsun benden ayrılmıyordu. ''Bildiği her şeyden vazgeçiyor.''
''Ve onu tanıyan herkes bilir ki,'' deyince maskemi çıkardım. ''O her şekilde ihanete uğramış hissediyor.''
''İnsanlar onu sever ama her zaman yalnız bırakırlar.''
Dudaklarımı yaladım ve ilahi sesini dinlemeye devam ettim.
''O inanmaya devam etmek istiyor,'' dedi ve sustu. Sonra ''Onun kraliçe olduğuna, maskeli balonun kraliçesi olduğuna.'' diye devam etti.
Bakışları bir anlığına tabloya çevrildi. ''Bu duyguyu sarsamıyor,'' dedi elimi sıkı sıkıya tutarken. ''O bir hayalin içine sıkışmış.''
Yutkundum. ''Neden bir kız?''
Cevap vermedi. Onu anlamıştım, onu tanımıştım. Ne kadar beynimde birçok soru olsa da bende onun gibi sustum. Hayatı iyi değildi. Aslında, her bir eser onu yansıtıyordu. Sanki Elgar tüm eserlerini bu adama göre yapmıştı. Bu, garipti. Hemde çok garip.
''Bu eserin adı ne?''
Gözlerimin içine bakarak güldü. ''Şehvet.''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ROBBERS
FanfictionAcılarımdan kan sızıyor. Neden onları sarmak yerine deşiyorsun? Çığlığım karışıyor karanlığa, Işık yakmayı hak ediyor musun? Sana bir şarkı armağan ediyorum, sevgilim. Sen bunu hak etmiyorsun. Sana bir şarkı yazıyorum, sevgilim. En çok sen hak ediyo...