Dean pencereyi döven dal sesiyle uyandı. Ceren'in saçları ağzına gözüne girmiş, örümcek ağı gibi tüm yüzüne yayılmıştı. Eşini uyandırmamaya özen göstererek hayran olduğu saçları yüzünden çekti. Birkaç tel terden yapışmıştı fakat onları çekmeye çalışırken Ceren inleyerek Dean'a doğru döndü.
Çok güzeldi, uyurken bile. Ay gibi parlayan bembeyaz teniyle usulca nefes alışverişleri, evrendeki bütün oksijeni en çok hak eden canlılardan biri olduğunun kanıtıydı. Eski zaman masallarındaki prensesleri andıran zarafeti uyurken bile üstündeydi. Dean eşini hayranlıkla izlerken, diğer kadınların Ceren'in bu hâlini görse ne kadar kıskanacaklarını merak etti. Bir insan sürekli mükemmel gözükemezdi, bu diğerlerine haksızlıktı. Yine de Dean için (onu kaybetmediği sürece) sorun yoktu.
Eşinin yanağına bir öpücük kondurdu ve gördüğü rüyanın etkisinden çıkmak için tavanı izlemeye başladı. Rüyasında zindan gibi bir yerdeydi. Aslında orta çağ kalelerine daha çok benziyordu fakat her yer o kadar karanlık, kasvetli, rutubetliydi ki bir zindandan farkı yoktu. Meşalelerin aydınlattığı dar koridorda ilerlerken, gölgelerin arasında yeşil bir yaratık görmüştü. O gördüğü kertenkele suratlı kadın onu rüyası boyunca kovalamış, en sonunda yakalayıp boynunu ısırmıştı. Rüyasında sürekli duyduğu şu tıkırtı sesi de aslında pencereye vurup duran rahatsız edici dal sesiydi.
Gözlerini ovuşturdu, boynunu yokladı, hafif bir şişlik vardı ama rüyasıyla alakası olduğunu sanmıyordu. Bir yılbaşı gecesi, kabuslardan fırlamış bir kadının rüyalara girip insanları yaktığı bir film izlemişti. O gün sabaha kadar rüya görmemek için uyumamış, en sonunda Güneş'in yüzünü göstermesiyle dayanamayıp uyumuştu ama bu saçmalıklara evde tek olmadığı sürece inanmazdı. Üstelik karanlıkta daha tehlikeli şeyler vardı, rüyalara girip insanları yakan yaratıklardan çok daha tehlikeli, korkunç bir iblis.
Bu sırada Ceren de uyandı ve bakılamayacak güzellikteki gözleriyle Dean'ı izlemeye başladı. "Günaydın," dedi uykulu, incecik sesiyle.
"Günaydın hayatım."
"Saat kaç?"
Dean telefonun parlaklığını açıp saatin 9.11 olduğunu söylerken Ceren esnedi, kollarını uzatıp gerildi ve Dean'ın göğsüne yattı.
"Kahvaltıya gitmeyip birkaç saat daha uyusak ayıp olur mu?"
Dean Ceren'in saçlarını okşamaya başladı. "Türkiye'deki köylülerin o güzel kahvaltılarına gösterdikleri özeni gösterip masayı donatacaklarsa ayıp olur ama bence kaçıp gidelim. Arayıp dursunlar bizi, bu lanet yerde iki gün bulamazlar zaten.
Gülüştüler, ardından Dean Ceren'i doya doya (ki ona asla doyamazdı) öpüp kalktı. Akşamdan hazırladığı siyah kazağını tişörtünün üzerine giydi ve eşinin narin ellerinden tutarak onu da kaldırdı. Saçları yüzüne düşen prensesin kısık bakışlarından ters tarafından kalktığı belliydi. Gerçi en ters zamanlarında bile bağırmaz, sakin sakin konuşarak azarlardı ama üstüne gitmemek en iyisiydi. Yine de Dean ısrarla güldü, valizden eşinin üşümemesi için kalın bir şeyler seçti ve yatağın üzerine bırakıp hazırlanmasını söyledi. Ceren ise inat etmiş, çiçekli beyaz elbisesini giymek için diretmişti. Dean pes ederek istediğini yapmasına izin verdi, kazanamayacağı tartışmaya girmek anlamsızdı.
Üstlerini değiştirler ve tıka basa dolu valize (Ceren bütün bakım ürünlerini doldurmuş, Dean da birkaç el konsolu ve kütük gibi kalın fantastik bir kitap koymuştu) kıyafetleri sıkıştırdılar. Ceren başak burcu olduğundan mıdır bilinmez, düzensizliğe katlanamazdı. Valiz de düzenliydi aslında ama çok fazla eşya vardı, bu yüzden sonuncuları sıkıştırmak zorunda kalmışlardı. Etrafa şöyle bir bakındılar ve bir şey unutmadıklarından emin olunca odadan çıktılar.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Karanlık
FantasyYazar Dean Salvatore, siyah arazi aracını pompacıya (ve sağ koltuktaki eşine) emanet edip indi. Üç saattir araba kullanıyordu ve biraz ayaklarının açılması fena olmazdı. Serin rüzgâr hafifçe tenini okşarken, ağaçlardan gelen huzur dolu kokuyu içine...