Dean karanlıklar içinde bir geceye gözlerini açtı. Üstü başı toz toprak içinde, bitkin bir hâldeydi. Sanki kamyon çarpmış da kırk saattir uyuyormuş gibi hâlsiz hissediyordu. Kolunda, bacağında ve yanağında gezinmekte olan solucanları hissedince tiksinerek üstünü başını silkeledi. Yattığı yerden doğruldu ve yorgunluk sarhoşluğunun etkisinden çıkana kadar etrafa bakındı.
George'un evine yakın bir yerdeydi, en azından kalabalıktan yükselen sesler buna işaret ediyordu. Dean her ne kadar ağaçların arasında toz toprak içinde olsa da birkaç yüz metre ilerisinde dumanlar göğe doğru yükseliyor, büyük bir ateşin etrafında insanımsı yaratıklar dans ediyor, ayin yapılıyordu.
Ellerinden destek alarak doğruldu ve üstünü başını temizledi. Omzu, bacakları, sırtı, burnu, her yeri ağrıyordu. Gerçekten üstünden vinç geçmiş gibiydi. Yine de bütün ağrılarına rağmen Ceren için bu acılara katlanmak zorundaydı. Yanında yalnızca siyah bir ajanda ve altın işlemeleri olan beyaz bir kalemle ayinin yapıldığı yere doğru ilerledi. Neredeyse bütün kasaba oradaydı. Yüzlerce yaratığa karşı yorgun, bitkin, karanlıklarla kuşatılmış bir yazar ve yalnızca kalemle kâğıdı.
Yine de kalbinin büyüklüğü ve cesareti, bu kalpsiz yaratıkların hırslarından çok daha büyüktü.
Çünkü buradan kurtulmak zorundaydı, prensesini kurtarmak zorundaydı ve onların yapacağı hiçbir şey Dean'ın Ceren'e olan sevgisinden büyük değildi.
Bir adım attı, sonra bir tane daha, ardından yorgun ama biraz daha kararlı bir tane daha. Yükselmekte olan fırtına yaklaştığının sinyalini verirken, yeri göğü inleten gök gürültüleri kalbine cesaret verdi ve bir kral edasıyla ağaçların arasından çıkıp yola girdi.
Hissettiği yorgunluk, hâlsizlik ve umutsuzluk, karşılaştığı manzara karşısında anında uçup gitti. Gördüğü bu iğrençlik kalbine güç verdi ve savaş çanları kulağında yankılanırken içi nefretle karışık bir azimle dolup taştı. Şimdi onların arasına kendini atmak ve öleceğini bilse de Ceren için karşı koymak istiyordu. Doğrulup gözlerini ayinin yapıldığı yere, kalabalığın toplandığı alana dikti.
Kırmızı siyah kıyafetlere bürünmüş küçük şeytanlar, ellerinde meşalelerle büyük bir lahidin etrafında halka oluşturmuş, bir ilahi, hayır, karanlık bir şarkı eşliğinde ayakta dikiliyorlardı. Başları olduğu düşünülen kişi (ki bu gerçekte papaz olmayan George'du.) halkanın iç kısmındaydı ve saat yönünün tersinde tur atarak karanlık büyüler mırıldanıyordu.
Yaptıkları işe o kadar odaklanmışlardı ki kimse Dean'ı görmedi, bu iyiydi. Zaten yazar onlardan iki yüz metre kadar uzaktaydı ve yanlarına gidene kadar da gözükeceğini sanmıyordu. Şu an fark edilip edilmemek umurunda değildi zaten, umurunda olan sadece Ceren'di.
Dean adımlarını hiç olmadığı kadar hızlandırdı. Kalbi sıkışıyor, nefes nefese kalıyor ama koşar adımlarla ilerlemeye devam ediyordu. Birkaç saniye, yalnızca birkaç saniye geç kalırsa sevdiğinin öleceğinin farkındaydı.
Belki de çoktan ölmüştü.
Bu düşünceyi -her ne kadar canını yaksa da- hemen kafasından attı. Ceren'in ölmesine izin vermeyecekti, bu acıya katlanamazdı. Ölecekse de ya bu lanet yerde beraber ölürler ya da buradan birlikte çıkıp giderlerdi. Üçüncü bir ihtimal yoktu.
Bu sırada kıyametin habercisi fırtına sonunda başladı. Orta çaplı bir deprem yeri göğü titretirken, üstüne bir de iki büyük bir hortum yaklaşıyordu uzaklardan, biri doğudan, biri batıdan.
Dean iyice yaklaştı, depreme rağmen ne ayin kesiliyordu ne de Dean'ın adımları. Fırtına şiddetini arttırıyor, göğün ötesinden ejderha çığlığını andıran korkunç sesler geliyor, kasabanın etrafına düşen yıldırımlar ufak çaplı yangınlar oluşturmaya başlıyordu.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Karanlık
FantasyYazar Dean Salvatore, siyah arazi aracını pompacıya (ve sağ koltuktaki eşine) emanet edip indi. Üç saattir araba kullanıyordu ve biraz ayaklarının açılması fena olmazdı. Serin rüzgâr hafifçe tenini okşarken, ağaçlardan gelen huzur dolu kokuyu içine...