Şehrin arkasında duran çayırlar gece karanlığında sessiz ve ürkütücüydü. Genç ikili ay ışığı altında ilerideki bir tepeyi aşmak üzere yürüyorlardı. Hissettikler gerginliği birbirleriyle paylaşmasalar da ikisi de birbirlerinin ne hissettiğini anlıyordu.
Sessizce tepeyi aştıklarında büyük bir kuş otların arasında duruyordu. Tam olarak bir kuş olduğu da söylenemezdi. Aslan yelesi gibi pofuduk yeleleri olan bu kuşun bedeni bir aygırdan daha büyüktü. Bütün vücudu kuş tüyü yerine kedi postu gibi ince yapılı tüyler olsa da her iki kanadı da kuş tüyündendi. İki metreyi geçen devasa kanatlarını katlamıştı ve sahibinin başında uysal bir şekilde dikiliyordu. Bir ağzı yerine büyükçe bir gagası vardı.
Onları almaya gelen iki binici, genç ikilinin yaklaştığını görünce onlara döndüler.
"Hoş geldiniz genç hanım ve genç bayım. Sizi gökyüzü şehri Ferda'ya götürmek üzere görevlendirildik. Lütfen bu şekilde gelin."
Çok fazla eşyası olmayan ikili, çantalarını görevliye teslim edip bu görkemli görünen hayvanın üstünde bulunan oturaklı eyere doğru tırmandılar. Oturaklara oturup kemerlerini bağladıklarında diğer binicilerin de binmesiyle birlikte doğrulan hayvan kanatlarını iki yana açtı. Devasa kanatların oluşturduğu rüzgâr, çayırları savurdu ve yüzlerce ateş böceği uyanıp gökyüzüne doğru uçtu. Bir anda yıldızlar yeryüzüne inmişti. Mavera kendi dünyasında da olağan olabilecek bu görüntüye rağmen etkilenmeden edemedi.
Uçmak üzere hareketlenen hayvan bir iki adım atıp kanatlarını hızla çırptı. Daha şiddetli bir rüzgar bu sefer daha geniş bir çevreyi sardı. Sonunda havalandıklarını anlayan Mavera yandan akıp giden manzaraya doğru çevirdi bakışlarını. Çayır bir deniz gibi dalgalar halinde hareket ediyordu. Başını biraz daha arkaya çevirdiğinde ise güne yeni başlayan gececilerin aydınlattığı şehri gördü. Üstten, parlayan bir kaplumbağa gibi göründüğünü fark ettiğinde kıkırdadı genç kız. Kıkırtısı gökyüzüne karışıp gittiğinde kuşlar cıvıldadı ve bu melodiyi taşıyan rüzgâr bir lahzada menekşelere haber saldı.
Daha sonra bakışlarını Zales'e çevirdiğinde kehribar gözlerindeki heyecanı yakaladı. Beyaz saçları geriye doğru savrulurken o ileriye doğru bakıyordu ve daha ilerisini hayal ediyordu. Genç kız onun adına memnun hissetti.
Uçmak çok daha çabuk varmak demekti. İki saatin sonunda gökyüzünde geceye bir sis gibi karışmış bulutların üstünde bir şehir belirdi. İmkânsız görüntüsüne hayran kalmadan edemedi. Uzaktan bile büyük görünen şehrin kapılarına yaklaştıkça kendilerini devasa bir geçit karşıladı. Birbiriyle karşılıklı büyük kalın sütunların en tepesinde ağır ağır dönen küreler bir dünyayı andırıyordu. Geçidin girişinde bekleyen bekçilerin kontrolünden geçtikten sonra zemine daha yakın uçmaya başladılar. Şehrin giriş bölgesinde oldukları için binalara pek rastlanmıyordu. Bir kaç kapıdan ve kontrölden sonra zarif bir mimariyle yapılmış fildişi renginde bir binanın önünde durdular. Bu bir saray olmasa da bir saray kadar ihtişamlıydı. Bu güzel yaratığa burada veda edip binadan çıkan bir başka görevliyi takip eden genç ikili, mermer zeminde yankılanan ayak seslerini dinlediler. Holden bir koridora doğru geçerken kandillerden yayılan ışıklar gölgeleri geniş duvarlara yansıtıyordu. Belki biraz ürperticiydi ama genç kız bu ürkünç olaylar silsilesinde çok kez bulunmuştu. Yirmisine az bir zaman kala ölmemek bir başarı sayılırdı.
Koridorun bir başka kolundan çıkagelen görevli yanlarına yaklaştıklarında onları durdurdu.
"Siz bayım benimle gelmelisiniz."
"Sebep?"
"Erkekler bu taraftan." diyerek geldiği koridoru elleriyle işaret ederek gösterdi.
"Arkadaşımın sizinle birlikte yalnız başına ayrılmasını güvenli bulmuyorum." derken gözlerini kısmıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ruh Mimarı
FantasyAlçalan trenin kapıları açıldı ve içeriye biri girdi. Silindir şapka takan ve yüzünün üst kısmını siyah tülle örten biriydi içeri giren. Üzerinde siyah uzun paltosu ve elinde yılan başlı bir bastonu vardı. Yavaş adımlarla vagonda ilerlemeye başladı...