1. BÖLÜM - PART 2

66 5 0
                                    

Huzursuzluğun kara bulutlar gibi yığıldığı sofranın üzerinde annem ve ben sadece sessizce oturup karşılıklı bakışmıştık. Gözlerini benden çekip, kahve fincanını eline aldıktan sonra yanında dergiye uzanıp sayfalarını kurcalamaya başladı. Beni görüyordu, sadece görmezden gelmeyi tercih ediyordu. Annem de babamın bu tavrından nasibini alan kişiydi, ama o benim aksime onun bu tavırlarına daha alışkın ve daha kolay ayak uyduran bir yapıdaydı. Ben ise her şeyin farkındaydım, ama yine de işin sonunda kendimi ispatlamak ve suçsuz yere özür dilemek zorunda olan taraf gibi hissediyordum. Her türlü zorluğun üstesinden gelen ben babamı bir türlü aşamıyordum.

Elimde ki çatalı birkaç lokma yedikten sonra bırakmış, hızlıca ayağa kalkmıştım. Yerde ki malzeme çantamı alıp merdivenlerden aşağıya doğru indim. Kapının önünde duran arabama, doğru ilerleyip, uzaktan kumandasıyla kilidini açtım. Hava da ekim aylarının son sıcaklarını bize vaadeden bir rahatlık vardı. Eğer ekim ayında olduğumuzu bilmesem kış görmeden ilkbahar'ı yaşadığımızı sanırdım.

Ön koltuğa geçip, aracı çalıştırdıktan sonra yola çıktım. Büyük siyah demir kapılar kendi kendine açılırken,  bahçeden ilerleyerek çıktığımda arkamdan aynı şekilde kapanmışlardı. Yolum uzun değildi ancak trafik sabah saatleri, akışı durduracak kadar yoğun oluyordu. Bu yüzden erkenden yola çıkıyordum ya da farklı kestirme yollardan okula ulaşıyordum. Okula erken gitmek benim için bir zorunluluktan daha çok, keyif verici bir şeye dönüşüyordu. Aynı zamanda geç çıkmakta öyle. Daha fazla çalışma fırsatı buluyordum ve bu sayede birazda olsa evin kasvetli ve soğuk ortamından uzak kalabiliyordum.

Ancak bugün yollarda daha iyi bir rahatlık vardı. Sanırım sınıfa düşündüğümden daha erken gidecektim. Bir yirmi dakikakılık yolculuğum daha kalmıştı sadece. Nihayet oto yoldan çıkıp şehre geldiğimde, sınıfta içebilmek için kremalı bir kahve almak için her zaman gittiğim sıcak ve ferah konsepte sahip müdavimi olduğum kafenin önünde durmuştum. Dükkanın vitrin kısımlarını son bahar temasına uygun bir şekilde küçük balkabak figürlü sarı ışıklar ve yapay kuru yaprak ve otlarla süslemişlerdi. Vazolarda, her zaman çizgi filmler de görmeye alışkın olduğum, balçık göl kıyılarında yetişen uzun saplı sazlıklardan koyulmuştu. Kafeden içeri girdiğimde ılık hava yüzümü okşayıp geçmişti. Artık görmeye alışkın oldukları bir yüz olduğum için çalışanlar beni yakın bir dostunu ağırlar gibi karşılıyordu.

Sıcak gülümsemesiyle beni daima karşılayan sarı saçlı barista kız, üzerinde kahve çekirdiği ve kupa figürü işlemeli kırmızı önlüğü üzerindeydi ve beyaz gömleği daima temiz ve ütülüydü. Doğal olduğunu düşündüğüm saman sarısı saçları, ensesinde hafif dağınık ama oldukça güzel bir topuz olarak toplanmıştı. "Karamelli olandan değil mi? Her zaman ki gibi," diye sormuştu. Başımı iki yana sallayıp "Bu sefer, buzlu americano istiyorum," dedim. Kaşları şaşkınlıkla havaya kalkıp, iri yeşil gözleri kocaman açılsada "Peki hemen hazırlıyorum," diyerek tezgahın arkasında işe koyulmuştu. Bu sırada vitrin dolaplarının arkasında atıştırmalık olarak kahvenin yanında ne yiyebileceğime bakınıyordum. Bir çok çeşit vardı, her zaman tahinli çörekten alırdım, ama bugün tarçınlı çörekler gözüme ilişti. Tezgâhın arkasında her zaman bekleyen o kıvırcık saçlı, gözlüklü, uzun boylu çocuk beni gülümseyerek bekliyordu.

"İki tane tarçınlı rulo çörekten alabilir miyim," dediğim başıyla onaylayıp, küçük bir pasta kutusuna çörekleri maşayla koymuştu. Çörek kutusunu elime aldığımda, sarışın barista kızın artık aşina olduğundan dolayı benim söylememe gerek kakmadan adımla çağırmasına alışmıştım. Kahve ve çöreklerin ücretini kasada ödedikten sonra iyi günler dileyip cafeden çıkmış ve aracıma binmiştim.

ARGOHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin