29. Bölüm - Asıl Hikaye

48 7 8
                                    

Doruk

Genç adam, dokunduğu taş duvarların çevrelediği evin kapısından içine girerken Deva'ya veya Demir'e denk gelmeden kafa dinleyeceği yere ulaştığı için az da olsa rahatlamıştı. Kapıyı arkasından kapatırken ışık tuşunu bulmuştu hızlıca. Aydınlanan ev, gözlerinin önüne saçıldı bir anda adamın. Kapının arkasına, ahşap döşemenin üstüne oturduğunda acaba buraya planladığından da erken mi taşınmalıyım diye düşünmeden edemedi. Planları zaten alt üst olmuştu, ne gibi bir şey düşünebilirdi bu dakikadan sonra? Tamamlandığını düşündüğü kadını, biyolojik abisini öperken yakalamıştı. Bu ev, onunla yaşama uğruna açık tuttuğu, her detayını büyük bir özenle en iyileriyle değiştirdiği, hızlı gidiyoruz demesine ihtimal yaratmadan onu yavaş yavaş birlikte yaşamaya ikna etmeyi düşündüğü kadın için hazır bekliyordu. Şimdi, kendi başına burada yaşamaya başlamak istemiyordu ki? Ama bir yandan otelde bir yandan da evde köşe kapmaca oynamaktan usanmıştı. Otelin lobisine girdiği an gözlerinin buluştuğu Deva'dan kaçarsa, evde ya da restoranda dayısının dibinden ayrılmayan Demir'i buluyordu. Evde odasından çıkmıyor, klasik rutinlerini hayata geçirip sonrasında deliler gibi spor yapıyor, dayısının uyuma saatine yakın eski evlerine gelip duşa zıplıyordu, kimseye görünmeden. Sesini kullanmayı unutmuştu, Doruk, konuşmak yerine bakışmayı tercih eder olmuştu insanlarla. Ellerinden destek alıp ahşap zeminden kalktığında, bilerek faturalarını ödediği evin boş buzdolabından bir şişe su buldu. Yazın sıcağını hissettikleri bu temmuz ayında kana kana içtiği su eşliğinde düşündü Deva'yı, her saniye yaptığı gibi. Rutinlerini hayata geçirirken ona denk gelmek için her sabah farklı noktalarda Doruk'a bilerek rastlıyor, bir iletişim başlatmaya çalışıyordu. Ama genç adamın bakışı bile değmiyordu Deva'nın gözlerine. Bir yandan canı yanıyordu, ona kötü davrandığı için ama elinde değildi. O öpücüğün Doruk'tan alıp götürdüğü onca heves, inanç, güven hislerinin cam kırıkları her tarafa saçılmıştı, adam hareket ettikçe de her yerine batıyordu. Zaten hali hazırda onlarca kanayan yarası yokmuşçasına... Su şişesini sıkarak çöp hale getirirken iç kolundaki çiçek buketi konuştu onunla. İçi boş bir totemden ibaretim, böyle diyordu renkli buket ona. Haksız da sayılmazdı. Deva'nın ona hediye ettiği hayal kırıklığı yüzünden kalbi hafiflemiyor, dikkati annesiyle alakalı öğrendiklerine dönemiyordu. Parmaklarını anlına bastırıp sertçe sağ sola oynatırken güldü istemeden. Dile kolay, yirmi yedi yıldır hayatındaki tek gerçek olayın çocukluktan beri sevgili olduğu kadından, alışkanlığından kopması olmuştu. Oysa şu an iki ay içinde yaşananları düşündükçe, boğazını titreştiren kahkaha büyüyordu. Mutfak tezgahına yaslandı, yaslanmasa düşecekti sanki adam. Bedeninde güç kalmamıştı, düzgün bir yemek yemeyeli ne kadar olmuştu? Tadını kontrol ettiği ve üstünde çalıştığı yeni menüsündeki tariflerden aldığı birer kaşık haricinde, beş belki de altı öğün atlamıştı. Sıvı besleniyor, sporda harcadığı enerjiyi yine püreye dönüşmüş içecekten alıyordu. İştahı tamamen azalmıştı, ortaya çıkarttığı yeni menüye son bir dokunuş yaptıktan sonra hepsini sırasıyla yemesi gerektiğini en iyi kendisi biliyordu ama onları yiyecek enerjisi bile yoktu. Bu kapana kısılmış hisler içinde kurguladığı yeni menü, acaba Deva ve Demir'in omzuna yüklediği yükler olmadan da ortaya çıkar mıydı? Birkaç tarif daha önceden de aklındaydı, yalan söylemeyecekti ama içindeki hırs, öfke, umutsuzluk ortaya Doruk'un bütün hislerinin sunulduğu bir deneyim ortaya çıkartmıştı. Belki bu menüyü tadan insanlar tam olarak spesifik duygulara işaret edemeyecek olsalar da damaklarında duygu çağrışımları yaptırabileceğine adı gibi emindi. Günlerdir çıkmadığı mutfağa, ofisine, dayısını bile almamaya özen göstermişti. Ortada yeni bir süreç varken kimsenin gözlerini üstünde istemez, herkesten saklardı onu Doruk Aslan. Deva'ya da bir süre böyle yapmıştı, değil mi? Sonra Milas'a gelen o adam her şeyin içine etmişti. Tam da sevdiği kadınla kalıcı bir bağ inşa ediyor gibi hissettiğinde onu gelip çalmıştı Doruk'un elinden. Gerçekten çalmış mıydı? Buna keskin bir cevap veremiyordu. Deva'ya sinirliydi, kendisini soktuğu durum adına üzgündü ama ondan nefret etmiyordu, edemiyordu. Eğer, gerçekten niyeti Demir olsaydı, bunu hisseder ve ondan ölesiye nefret ederdi, değil mi? Kendisine sorduğu, beyninde yankılanan sorulardan sıkılmıştı... Bir öpücük hem her şey, hem de hiçbir şey olabiliyordu. Ve Deva için hiçbir şey olduğunu biliyordu. Yine de bekleyecekti, içinde duygu patlamalarını her zaman yaptığı gibi işine aktarmayı, yeni menüsünü tamamlamayı bitirdikten sonra sakin kafayla konuşacaktı onunla, sevdiği kadınla. Deva'ya, kendisine unutturma şansı verecek ve bu şansı verdiğine pişman olmayacaktı. Arzu'yla yaşadıkları yalama olmuş kapı kolu misali ilişkinin aksine, Deva ayakları yere sağlam basan, kararları değişirse arkasına bakmadan gidebilecek kadar güçlü bir kadındı. Ve eğer Doruk'la kalmak isterse, genç adam buna izin verecekti. Onu bu eve, bu mutfağa getirecekti ve kadının kendisine yaşattığı kötü deneyimlerin üstünü güzel gülüşüyle süpürüp götürmesini keyifle izleyecekti. Ona izin verecekti...

Peki annesine? Ona, yıllarca sonuna kadar aralık bir kapı sunmuş, yine de içeri girmemiş olan kadına daha ne yapabilirdi? Mezarını ziyaret etmek gibi bir büyüklüğü hak etmiyordu, yaşayan oğlunu bir kere görmeye gelmemiş, o vicdana sahip olmayan bir kadın kabrinin ziyaret edilmesini hak etmiyordu. Belki diğer oğlu, bambaşka acılar çektirdiği Demir annesini ziyaret etmekten yana tereddüt duymazdı ama Doruk'un onu kanlı canlı sevmeyen birinin ölüsüne rahmet dileyecek hali kalmamıştı. Rutinler, totemler eskide kalmıştı. Artık ne gelebilecek bir anne, ne de gelirse onu karşılayacak bir oğlu kalmıştı. Ona can veren iki kişiden biri olma haricinde, Yeliz'e, annesine beslediği hiçbir duygu kalmamıştı. Ne merak ne de heves. Bilmediğin şeyi merak edersin ama artık bilmek istemeyeceği kadar detay öğrenmişti genç adam, doymuştu hiç tanımadığı annesine. Bir yanı, bu gerçekleri belki de yirmili yaşlarının başında öğrenseydi koşa koşa Avusturalya'ya gidebilecek kadar hırslanacağını biliyordu. Güldü o çocuğu hayal ederek... Annesinin biyolojik olarak ona aktardığı bazı genetik benzerlikler vardı ama kendisine bir gün bile harcamamış, bir rahim kesesi görevi görmüş o kadın için ne kilometreler aşabileceğini düşününce kendisine acımıştı, Doruk. Demir'in anlattığı anneyi düşündü. O alkol kokulu nefesi, o umursamaz tavırları... Belki de iyi olmuştu, onu tanımaması? Kolundaki buketin çiçekleri tamamen solmuş olurdu eğer onu böyle kötü yanlarıyla tanısaydı. Doruk fotoğraflarla yetinmişti, iyi ki de öyle olmuştu. İnandığı din mertebesin de biyolojik annesinin mekanı neresi olurdu bilemiyordu ama inançlı biriyse bile, cennete hemen gidemeyeceğine emindi. Dünyaya getirdiği iki oğlanı ve bir abiyi yüz üstü bırakmış, iki adamın hayatıyla oynamış ama en kötüsü, kendisini hasta eden merete kendisini teslim etmişti. Bunlar yeterli değil miydi günahkar olması için? Anlındaki ter soğudu bir anda, sıcak olmasına rağmen buz kesti bedeni. İyi ki tanımamıştı onu, Demir gibi metanetli olamazdı, kadının hastalığı sürecinde ona. Herkese çekebileceği dert verilir, derdi Yekta dayısı Doruk'a.

Doruk kendi maksimumunu görmüş, böyle düşününce Demir'e üzülmüştü, içten içe. Minnettardı evrene, annesine... Kendisini düşünüp doğurduğu evladını abisine bıraktığı için minnettardı. Daha sütten kesilmemiş bir çocuğu, bir erkeğe emanet edecek kadar umursamaz olduğu için minnettardı. Öyle olmasaydı, çok başka bir hayat yaşardı Doruk, belki soyadı Kayaeroğlu olurdu belki de o şef denilen biyolojik babasının soyadıyla bilinmez ama bu hayata, bu huzura uzaktan yakından yaklaşamazdı. Çok şey bilmiyordu ama bundan emindi. İyi ki Milas'a dönmüştü ruhu, ait olduğu yere... Asırlar sonra, Endymion tekrar doğmuştu. Bu sefer Zeus'un ya da kralın çocuğu olarak değil, annesiz büyüyen Yekta'nın oğlu olarak. Belki çobandı elinde kavalıyla etrafı dolaşan, belki de ünlü bir restoranın gizli şefiydi. İki türlü de fark etmezdi Doruk için, Milas'ta olması yeterdi ona.

Kader çizgisine minnettardı, diğer minnet duyduğu onca şeyi birleştirerek düşününce. Ve soyu nereden gelirse gelsin Endymion'un asıl hikayesi Ay Tanrıçası'nı tanıdığı gece başlamıştı. Tıpkı, Doruk'un asıl hikayesinin başladığı gece gibi... 



Doruk'un kafasının içine sizi konuk etmek istedim, yeni bölümlerde bizi neler bekliyor acaba? Yorumlarınızı okumaya bayılıyorum, lütfen beni onlardan mahrum bırakmayın! Hikayenin içinde en sevdiğiniz, farklı bulduğunuz noktalar varsa öğrenmek isterim. Diğer bölüme kadar kendinize çoook iyi bakın!

NAR AĞACI (Nar Serisi Birinci Kitap)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin