Birlikte uyuyup uyanılan, otel çarşaflarını birlikte kırıştırdığımız tamı tamına on sekiz gün geçmişti. Ve ben o kadar zavallıydım ki, ona sanki bir yıldır birlikteymişiz edasıyla bağlanmıştım. Bu bağlılığı, kelimeleri kullanarak anlatmak imkansızdı ama somut bir örnek vermek gerekirse, bana anlattığı on sekiz dövmenin de anlamını ezbere bilir haldeydim. Öyle ki, neredeyse bütün Antik Yunan mitolojisini bedenine taşımış bu adamın bana tarihin tozlu raflarını böylesine keyifle öğretebilmesi, ona ne kadar önem verdiğimi kanıtlar nitelikteydi. Ona bunu söyleseydim bana ilk diyeceği şey, bahsettiklerinin mitos yani yazılı olmayan aktarım hikâyeler olduklarını söylemek olurdu, o derece öğrenmiştim onun bu zaafını. Ama favori dövmesi, nar tanelerinden oluşturduğu iki adet Michelin yıldızıydı, yuvarlak köşeli bu kırmızı yıldız desenini nar ile bağdaştırması, onun çoklu düşünme yeteneklerini ortaya koyuyordu. Gerçekten orijinal biriydi Doruk Aslan, ona hayran olmamak imkansızdı. Belki de en orijinal olmayan dövmesi, üst kolunun içinde yer alan aslan figürüydü. Ama o bile alelade bir aslan değildi, yoğun yelesiyle insanı kendisine baktıran bir aslandı, aynı Doruk gibiydi. Ama beni ve benim duygusal sınırlarımı zorlayan bir dövme vardı ki, o da bana ilk anlattığı çiçek buketiydi. Ona annesini anımsatan, hiç görmediği annesiyle bağdaştırdığı o buket. Hayat dolu, rengarenk, taptaze... Doruk gibi kokan yastığı sarılıp sarmaladım kollarımla. O yokken yastığına sarılmak bile mutlu edebiliyordu beni, ne değişik bir gücü vardı üstümde... Başucumdaki saati gözümle bulduğumda, akrebin okunun sekizin üzerinde olduğunu fark edince eğer hızlıca hazırlanabilirsem şantiye çıkışında Doruk'u alışveriş yaparken yakalayabileceğimi düşündüm. Ya da dönmesini bekleyip ona bir şeyler pişirebilirdim, kahvaltı etmesine biraz zaman vardı. Hangisini yapacağıma karar vermeye çalışırken içimdeki sesin önerisiyle, ikisini de yapmayı ve onu Motto'da kahve içerken kendi hazırladığım kahvaltılıkla şaşırtmayı kararlaştırdım. Gerçekten şaşıracaktı çünkü ona İstanbulluların, bu sıralar favorisi olan kâsede sağlıklı yulaflı meyve curcunasından yapacaktım. Şimdiden heyecanlanmam normal miydi? Otelin restoranında hayalimdeki bütün meyvelerin olacağını hissettiğimden midir yoksa mutfağa gireceğimden mi bilemiyordum ama nabzım damarlarımı zorlamaya başlamıştı bile. Duş başlığından akan suyun, tenimdeki Doruk'un kokusunu alıp götürmesine izin verdim çünkü nasılsa akşam yine beni kokusuyla sarhoş edecekti, biliyordum. Çünkü o her akşam aynı hevesle çalıyordu odamın kapısını ve beni ilk önce getirdiği yemeklerle sonrasında da kendisiyle sarhoş ediyordu, her hücresiyle başımı döndürüyordu. Bambaşka bir evrene yolculuk yaptırıyordu bedenlerimizi ve bütün kontrol onun elinde olmasına rağmen normalde rahatsız olabilecek biri olsam da konu o olunca bende akan sular duruyor, arkama yaslanıp yolculuğumuzu yönetmesinin tadını çıkartıyordum. Ve şu an onu klasik rutininde yakalamak için ekstra bir acele içinde, odanın anahtarını çantama sıkıştırma telaşındaydım. Havalar git gide güzelleşiyordu o yüzden getirdiğim tek parça uzun elbiselerden açık yeşil olanı seçip hızlıca inmiştim mutfağa. Günler içinde, dahası bedenimi ve aklımı Doruk'tan ayrı tutabildiğim zamanlarda, ki bu zamanlar çok nadir oluyordu ama konumuz bu değildi, sosyalleşmeyi de deniyordum. Mesela elemanların neredeyse hepsini tanımış, isimlerini de kağıtlara kart şeklinde keserek ayarladığım oyun ile Doruk'un da yardımıyla ezberlemiş ve bazılarıyla arkadaş bile olmuştum. Örneğin mutfağın şefi Günay Abla ile kurduğum iletişim bana annemle olan muhabbetlerimizi anımsatır olmuştu, aynı şu an olduğu gibi. "Günay abla, gün aydı değil mi? Bakayım, muhteşem göründüğüne göre... Aymış olmalı!" Ona kısa bir bakış atarken göz kırptığımda bana göz devirdi ama gülümsemesi de klasik yerini aldı yüzündeki. Bana konuştuğu esnada karıştırdığı pankek hamuruna bakıyordu. "Hamur işi kokmak istemiyorsan git valla kızım, ciddi söylüyorum!" Geçen gün ona şakasına söylediğim söze laf değindirdiğini fark edince yanına yürüyüp yanağından bir makas aldım, günlerdir aramızdan su sızmıyordu ve ona dürüst olduğum için üzgün değildim, geçen gün gerçekten poğaça kokmuştum işte! Ama onunla muhabbete değerdi. "Koktum dedim ama o koku erkekleri bana çekiyordu, beni yemek istesinler istemiyorum, lezzetli kokmak is..." O, klasik kafa sallayışını yapıp beni geçiştirince büyük dolaplara doğru ilerledim hızlıca, daha da hızlı olmam gerektiğini mırıldanarak. "Sen de beni lafa tutuyorsun. Tamam, muz işte burada, bir de yulaf ve süt lazım... Çilekler yıkanmış mıdır, Günay abla ya?" Ardı ardına sıraladığım malzemeleri kendi işini yarıda keserek ayarladığında, kendi uzman olduğu alan olduğu için elini koyduğu gibi bulduğu malzemelere minnetle baktım. Elimdeki yuvarlak metal tencereyi ona doğru kaldırdım sapından kavrayıp ve gülmeden edemedim. "Tenceremi bile hazırlamış, kadına bak... Hayranım sana, patronuna söylemem lazım."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
NAR AĞACI (Nar Serisi Birinci Kitap)
Roman d'amour"Tadım serüvenimiz sonlandığında size, 'Aradığınızı bulabildiniz mi?' diye soracağım. Tadım esnasında bu soruyu sık sık anımsamanızı isterim. Şimdiden afiyet olsun..." Ay tanrıçası Selene ve Endymion'un Milas'taki sakin Bafa Gölü'nde başlayan ilişki...