Ne vardı?
Hiç karşıma çıkmasaydın
Bu kör olası gözler görmeseydi seni
Ne vardı?
Güzelliğini hiç bilmeseydim
Bir dua gibi bellemeseydim adını
Ne vardı bütün gece
Gözlerimi tavana dikerek
Seni düşünmeseydim.
~ Ümit Yaşar Oğuzcan********
Biz, yaşadığımız topraklar için canımızı vermemiz gerekirse; hiç düşünmeden vermeyi öğrenmiştik.
Öylesine bir söz değildi bu. Basit de değildi. Gerçekti. Hissedilebilir bir gerçekti hem de.
Hep öyle de yapmışlardı. O cümlenin altını hep doldurmuşlardı. Hiç düşünmeden, bir an bile tereddüt etmeden, arkasını önünü düşünmeden yapmışlardı. Ya şehitlik onlara giderdi, ya da onlar şehitliğe koşardı. Bugün şehitliğe koşan bir adam vardı. Mehmet Yıldırım. Yirmi altı yaşına yeni girmiş, jandarmada görev yapan Mehmet Yıldırım.
Şehitlik her zaman uçuk bir olaydı ona göre. Haketmesi zor bir mertebeydi. Bir gün o şanlı mertebeye kendi ayağıyla gideceği katiyen aklına gelmezdi mesela. İşi gereği elbette hep öyle bir risk vardı, ama tek bir gün olsun kendini o konumda hayal etmemişti. Hiçbir şeyi kendine yakıştırmadığı gibi şehitliği de kendine yakıştırmazdı. Yakıştırmalıydı. Çünkü tam şu an istediği şey gerçekleşmişti. O Mehmet Yıldırım değildi, şehit Mehmet Yıldırım'dı.
İftar vakti koşuşturan çocukları tutmuştu zihninde. Yaşlı ana babaları kazımıştı yüreğine. Daha yolun başında olan gençleri saklamıştı umuduna. Kundaktaki bebeğinden tut en yaşlısına kadar bakmıştı usul usul. Ve tekrarlamıştı, ya ben, ya onlar... Cevap belliydi. Üniformasındaki bayrağı tuttu avuçlarında, o canlı bombanın üstüne hiç düşünmeden koştu. Kül olacağını bile bile.
Elinde avucunda ne vardı ki zaten? Toprağı ve bayrağı.
Ailesi de vardı elbet. Bayram iznini iple çeken, oğullarını görmeyi bekleyen bir ailesi vardı. Kapıları sonuna kadar açıktı, oğulları için açıktı. Ama o gün o caddeye bir siyah araba, onun hemen ardındaysa ambulans gelmişti.
Siyah arabanın köy yolunda bıraktığı izlerle sessiz bir feryat başlamıştı caddede.
Kars'ın soğuğu bilinirdi. Soğuktu. Engebeli yolda giden araçların sesiyle küçük mahallede herkes başını pencereden dışarıya çıkardı. Buralara kimsenin yolu düşmezdi çünkü. Bir gelen olursa herkes eğilip bakardı.
Siyah araç tam kapının önünde durdu.
Hemen ardındaki ambulans da durunca içindeki hemşireler indi hiç beklemeden.
Siyah aracın kapısı açıldığında içinden önce Yarbay İzzet Türkoğlu indi. Üniformasının hakkını verir biçimde dikleştirdi omuzlarını. Bir adım ardında duran askerine bakmadan yavaş ama çevik adımlarla ilerledi mavi boyalı kapıya.
Bir adım ardında Tekin Demirkan vardı. Kıdemli Üsteğmen Tekin Demirkan. Boğazındaki düğüme rağmen omuzları dimdikti. Üniformasını bir çıkarsa düşerdi o omuzlar. Temiz köy havasını soludu sessizce. Sonraysa komutanının kapıyı çalmasını bekledi. Bu ilk değildi, tam otuz ikinciydi. 6 yıl boyunca verdiği otuz ikinci şehitti.
Dile kolaydı bunlar.
Yarbay İzzet kapıyı iki kez tıklattı. Ev harabeden halliceydi. Küçük balkonun başında asılmış bir Türk bayrağı vardı. Birkaç köylü caddeye indi sessiz sessiz. Pencereden bakanların içinde bir acı belirdi. Ama kapıyı açan olmadı. Durmadı İzzet Yarbay, bir kez daha tıklattı kapıyı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BİR AVUÇ TOPRAK
أدب المراهقين"Her hikayenin sonu bir avuç topraktır..." Bir Avuç Toprak. | gizzese 🤎🦌