"Heyecanlı mısın?" diye sordun.
"Uyumaya çalışıyordum," diye fısıldadı John, sesi neredeyse duyulmazdı. Ay ışığı pencereden içeri sızarken, onun siluetini zar zor seçebildin. Hafif esinti, yasemin ve deniz kokusunu odaya taşıyordu.
"Ben uyuyamıyorum. Hiç mi heyecanlı değilsin?"
"Hayır," dedi, derin bir nefes alıp esnemeye başladı. "Sadece çok yorgunum."
"Üzgünüm." Yastığını düzelttin, yüzüstü döndün ve bacağını yukarı kaldırdın. Yarın oynayacak olan sen değildin, ama uyanık olan sendin.
John elini beline koydu. "Sakin ol."
"Gerçekten hiç mi heyecanlı değilsin?" diye üsteledin.
"Yarın heyecanlanırım," dedi, elini nazikçe teninin üzerinde geniş daireler çizerek gezdirmeye başladı. "Peki sen heyecanlı mısın?"
"Biraz. Sanırım bu biraz da heyecan." Bir maçın seni bu kadar etkilediğini hiç hatırlamıyordun. Yarın tarihe geçme şansınız vardı ve buraya kadar gelmek yeterince stresliydi. Şimdi final anı, tüm bu sürecin doruk noktası olacaktı. Zihnin, yanlış gidebilecek her şeyle dolup taşıyordu; doğru gidebilecek şeyleri düşünmek bile seni ürküttü. Ya penaltılara kalırsa? Ya biri sakatlanırsa? Ya biri kırmızı kart görürse?
"Düşünmeyi bırak. Uyu artık," dedi John, seni çok iyi tanıyordu.
"Deniyorum ama ya-."
John sana sarılıp vücuduyla seni hafifçe örttü. "Şimdi uyu."
Hem kıkırdadın hem de içten içe huzur bulmaya çalıştın; yarın büyük bir gün sizi bekliyordu.