Elara'nın zihninde yankılanan "Başıboş mu..." fısıltısı, odanın karanlık köşelerinde kaybolurken, varlığın gözlerinde ölümcül bir değişim başlamıştı. Mavi parıltı, bir an için tehditkâr bir gölgeyle karardı ve ardından parlak bir öfke aleviyle yeniden yandı. Hela'nın yüzündeki tanıdık hatlar, yerini uğursuz bir karanlıkla şekillenmiş, kontrolü tamamen ele geçirmiş bir varlığın ifadesine bırakmıştı. Hela'nın bedeninde şimdi başıboşun kötü niyetli ruhu hüküm sürüyordu.
Nefes kesen bir öfke dalgası, çevredeki havayı neredeyse hissedilir bir şekilde ağırlaştırmıştı. Başıboş, Leiko'ya döndü ve sesi, odanın duvarlarında yankılanan bir fırtına gibi yükseldi.
"Jeagerrr! Bu cürretkarlığınızın bedelini ödeyeceksin!"
Kelimeler, soğuk bir bıçak gibi havayı dilimlemişti. Sözlerinin ağırlığı, Elara'nın içini dondururken, varlık inanılmaz bir hızla hareket etmişti. Tüm oda, bir anlığına sessizliğe büründü, yalnızca başıboşun Leiko'ya doğru fırlamasıyla bu sessizlik bozulmuştu. Elara, gözleriyle takip edemeyeceği bir hızla gerçekleşen bu saldırıyı dehşetle izlerken, iki güç dehşetle birbirine çarptı.
Çarpışma anı, bir patlamayı andırıyordu. Başıboşun bedeninin Leiko'ya çarpmasıyla, evin taş duvarları birer kağıt gibi yırtılmıştı. Güçlü bedenler, önce bir, sonra bir diğer duvarı paramparça ederek evin dışına fırladı. Kalın taş duvarlar, bu iki varlığın öfkesi ve gücü karşısında acımasızca parçalanıyor, taşlar havaya savruluyordu. İkisi de, evin yıkıntıları arasında birer gölge gibi birbirlerine kilitlenmiş halde dışarı fırladılar.
Başıboş, Leiko'yla olan çarpışmasının ardından kendini evin yıkıntılarının ortasına savrulmuş halde buldu. Gökyüzü, üzerine çöken karanlıkla doluydu; fakat tuhaf bir şekilde, yıldızlar yok olmuştu. Nefesini toparlamaya çalışırken, başını kaldırdı ve gözleri karşısındaki manzarayla buluştuğunda, içinde soğuk bir dehşet belirdi.
Devasa bir arenanın ortasında onlarca Jeager'ın kendisine doğru kilitlenmiş gözlerle izlediğini fark etti. Her biri, karşısında duran bu kadim varlığa bakarken, içlerinde yükselen adrenalin ve rekabet duygusunu kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Hemen arkalarındaki kademeli merdivenlerde ise akademinin birinci ve ikinci sınıf öğrencileri vardı. Enel ve Hanna, bu gurubun içinde nefeslerini tutmuş bir şekilde bu savaş anını dikkatle izliyordu. Burası adeta bir arenayı andırıyordu. Ve burada olan şey sıradan bir çarpışma değil, akademinin kadim bir geleneğiydi.
Başıboş, çevresini saran sessizliği bir anda bölen bir kahkaha attı; bu kahkaha, hem meydan okuyan hem de acımasız bir alaycılıkla doluydu. Sesi, etrafını saran görünmez bariyerin içinde yankılanarak geri döndü, adeta gökyüzünü titreten bir fırtına gibiydi.
"Siz Jeagerlar...!" diye başladı, etrafına göz gezdirirken sesini yükseltti. "Gerçekten kendi gücünüzle bir şeyler yapabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Hırsızlar... sizler kendinizi ne sanıyorsunuz? Evrenin sınırlarını zorlayarak, kaderin akışını değiştirebileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Sizler, yalnızca zamanın tozları arasında savrulan geçici varlıklarsınız. Gücünüz, doğanın kaprislerinden doğmuş ve yine onunla yok olacak. Ebedi olduğunuzu mu zannediyorsunuz? Hâlbuki, her birinizin içinde çürümekte olan birer fani yatıyor!"
Başıboş, çevresindeki Jeagerlar'a bakarken, gözlerinde derin bir küçümseme parlıyordu. "Ölümsüzlük hayalleri kuruyorsunuz, ama gerçek şu ki, sizin ölümsüzlük dediğiniz şey, sadece ölümün gecikmesinden ibaret. Sizler, sonu olan bir savaşta silah sallayan kölelersiniz. Evrende bir iz bırakabileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Hayır, yalnızca evrenin size bahşettiği kırıntılarla avunuyorsunuz."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Jeager: Adaletin İki Yüzü
Science FictionGerçek bir Jeager, savaş meydanında doğar, burada şekillenir ve burada ölür.