insanı intihara yaklaştıran şey genelde üzgünlük ya da kırgınlık gibi negatif duygular değildi. "alo," aksine monotonluk ve hiçbir şeyin asla değişmeyeceğine dair olan o korkunç olgunun içinde insan, ürküntü ve biyolojik kararsızlıkların arasında sıkışıp kalıyor, negatif ya da pozitif hiçbir duyguyu göremez hâle geliyordu. umut'un hayatını elleri içine alan depresyon gerçeği işte tam olarak bundan ibaretti: geri çekilmişlik ve sıradanlığın getirdiği o korku. "...efendim umut." güzel de sıradan kötü de, artık her şey tek düze ve odada yalnız başına kaldığı anlarda aslında yalnız bile değil zira zihninin içinde susmayan bir kişiyle daha yüzleşiyor.
"şey," dedi sessizce. oda arkadaşlarının ne zaman geleceğini biliyor ancak yine de nefes sesinin dışarıya gitmesi hâlinde, birisi odaya gelip de iyi misin diye sorarsa diye çeşitli anksiyete krizleri kuruyordu kafasında. kuruyordu çünkü umut'un hayatında aslında gerçekleşmiş tek kötü olay kendisiydi. anlatsa öyle çok ciddiye alınacak olaylar yaşamamıştı hiç, kendisi dışında. en büyük zararı kendisi veriyordu ona ve en çok da kendisiyle kavga ediyordu umut. "...ne yapıyorsun?"
yatağında biraz daha geriye sindi. hiçbir yeri görmek, hiçbir şey duymak ve hatta nefes bile almak istemiyordu. çoğu zaman böyle anlarda kendisini tetikleyen şeyi düşünmeye çalışsa da aslında tetiklendiği tek şey yine kendisiydi. "iyi misin?" uzun bir süre kendi eşyalarını bir ölünün eşyalarını kullanmak, saçını tararken nasıl olsa bedeninin birkaç ay içinde çoktan çürümüş olacağını düşünmek, sınavına çalışırken aldığı her notta aslında beyninin çalıştığı son zamanların o anlar olduğunu hatırlamak gibi yüzlerce hastalıklı iç konuşmaların arasında, en yakınında olan kendisine tahammül edemiyordu umut. aklındaydı, yapmak istiyordu ve her şey öylesine bir anlık cesaretine bakıyordu ki korkuyordu. hatta belki, eren'in bile kendisinden korktuğundan daha fazla korkuyordu umut. "yanına geleyim mi?"
"eren," sesi titremişti. eren'den önce hayat stresi hatice ve kendisinden ibaretti. hatice'nin intihar düşüncesi kendi intiharının o kadar önüne geçmişti ki bu hissin kendisine iyi geldiğini düşünüyordu umut fakat eren'le tanıştığından beri kendi kafasında kurduğu düşünceler ciddi bir değişime uğramıştı. içinden geldiği gibi, yarın ne olacak düşüncesini yaşamadan eren'le konuşurken aslında depresyonun da böyle bir şey olduğunu bilmiyordu. kendi krizlerini o kadar bastırmıştı ki hatice'nin yanında, depresyonun ne demek olduğunu bile unutmuştu zira kendisinin yarınını değil, hatice'nin yarınını düşünüyordu. bu aslında umut için yük değildi çünkü umut böyle yetişmişti. şimdi, yarını düşünmenin ve ölümden bile korkmanın aslında ne denli büyük bir olgu olduğunu daha iyi anlayabiliyordu. en iyi anlayabildiği şey ise hatice varken umut'un birine ihtiyacı yoktu çünkü buna hakkı bile yoktu. "...bilmiyorum."
şimdi ise birine ihtiyacı vardı. "tamam," dedi eren sakin bir sesle. "yurtta mısın?" onu eren'den iten en büyük şey de buydu işte; eren'e ihtiyacı vardı ancak yine kendisini susturması gerektiğini hissediyordu. zaten eren biliyordu çünkü her ne kadar bunu fark ettirmese de karşı tarafı düşünüyordu eren. en ince ayrıntısına kadar düşünüyordu hatta. sabah kaçta kalkar, ders programı nedir, son günlerde neler yiyor... güvensizlik olgusu eren'in hayatını o kadar ele geçirmişti ki her şeyi düşünüyordu çünkü en içinden eren, güvenmek istiyordu.
titrek parmaklarıyla tuttuğu telefon elinden kaymak üzereydi. oda arkadaşlarının gelmesine henüz en az üç saat vardı fakat yine de onunla konuşurken tereddüt ediyordu. her ne kadar depresyonu gizli yaşamadığını söylese de kriz anlarının fark edilmesi korkusu içini o kadar dolduruyordu ki bağırarak ağlayabildiği çok çok az zaman olmuştu hayatı boyunca. belki de hiç olmamıştı ve sadece öyle hatırlamak istiyordu. o an umut hiçbir şeyi bilmiyordu, yalnızca biriyle konuşmak istiyordu. "umut," dedi tekrar eren. "...yurtta mısın?"