Önce parlak bir ışık doldurdu içeriyi, ardından gökyüzü yarılırcasına gürüldedi. Ağırlaşan göz kapaklarını güç belâ aralayabildi. Yeniden şimşek çaktığında pencerede bir karaltı görür gibi oldu. Gerilimi yüksek bir kabloya basmış gibi, parmak ucundan ensesine doğru ince bir sızı yayıldı. Ardından yoğun bir sis gibi bembeyaz bulutlar doldurdu içeriyi. Derinden, çok derinden adını duyar gibi oldu.
"Bu ses..." diye düşündü, "Tıpkı Marry'nin sesine benziyor, saçları, ama Marry'nin saçları bu kadar siyah, bu kadar uzun değildi ki... Ama ses onun sesi. Evet, evet, bu o..."
"Geliyorum birtanem, bekle." deyiverdi. Yere mi basıyordu, havada mı yürüyordu hiç bilmiyordu. Yarı kapalı yarı açık gözleriyle körlemesine gidiyordu. Saçları simsiyahtı, bu nasıl olurdu? Annesi bo-yamıştı herhalde, durmadan geriye bakıyor, "Nathan benimle gel, benimle gel." diyordu.
"Ama oyunbozanlık yapıyorsun Marry, oraya çıkamam ki, düşersin bak, in oradan aşağı." dedi mi, düşündü mü bilemiyordu. Marry, şimdi içerden "Benimle gel Nathan, benimle gel." diyordu. Çaresi yoktu gidecekti. "Ama bu nasıl bir oyun?" diye düşündü, "Çocuklar bu kadar yüksekte oynamaz ki, aşağı mı iniyorsun? Dur ben de geliyorum, beni de bekle." deyiverdi. Etrafını bembeyaz bulutlar sarmıştı. Ne kadar yumuşaktı. Dokundu, elleri bembeyaz oldu, ellerini göremedi. Bir adım daha, bir adım daha indi. Marry çoktan inmişti, aşağıdan sesleniyordu:
"Nathan buradayım, buraya gel. "
"Geldim bir tanem, oyun mu oynuyoruz?"
"Bulmaca oynuyoruz, bulmaca."
"Nasıl bir oyun ki bu?"
"Bildiğin bulmaca işte, ben kaybolacağım, beni bulacaksın."
"Marry, beni korkutuyorsun, şaka yapıyorsun değil mi?"
"Belki değildir."
"Ne demek şimdi bu?"
"Bak, kaybol..."
Marry sisler içinde kaybolup gitmişti. Nathan bir adım atmış duvara çarpmıştı. Bir başka yöne yöneldi, yine duvara çarptı. Ellerini uzattı, dokundu, sislerin içinde duvarlar vardı. "Her taraf duvar" diye düşündü. Tanrım, "Marry nerdesin, nerdesin?" diye seslendi.
Gözlerini açtığında zifiri karanlıktı, alnından bir sıcaklık akıyordu. "Terledim" diye düşündü, ama terlememişti. Yere oturdu, "Bu nasıl yatak, batıyor." diye geçirdi içinden, dokundu, taş, kum, odun parçaları vardı, burası yatak değildi.
Bir saniye panik oldu. Aklı başından gitti, geldi. Şakakları zonkladı, yüreği bir güvercinin yüreği gibi yerinden çıkarcasına hopladı. Bu nasıl olurdu? Bu bir kâbustu, "uyansam" diyordu, ama zaten uyanıktı.
Durdu, gözlerini kapadı, zaten açmak acı veriyordu. Bir şey görememek, kör olmak böyle bir şey demek, canının yanması demek... En iyisi gözleri kapamak...
Bir süre duvara yaslanıp sakinleşmeye çalıştı. Sağını solunu yokladı, zindan gibiydi. Dört yanında duvarlar vardı. Kaba yontulmuş, taş duvarlar. Zemin topraktı, ölmüş müydü yoksa? Burası bir mezar mıydı, ölüm böyle bir şey miydi? Hiç ölmemişti ki...
Aklını başına toplaması epey zamanını almıştı. En son yaptığı şeyi hatırlamak için uzun uzun düşündü. "Önce alışveriş yaptık, sonra otele geldik, aldıklarımızı mutfağa yerleştirdik, yatıp uyuduk." diye geçirdi aklından. Ondan sonrası kopuktu, hatırlamıyordu. Demek ki uykusunda gezmişti ya da yaşadıkları bir kâbus değil, gerçeğin ta kendisiydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Derin Karanlık ( Kitap oldu )
FantasyFantastik Korku Romanı, Gençler bu hikaye tam da sizler için, soluksuz okuyacak devamını sabırsızlıkla bekleyeceksiniz... Bir gece en derin uykularınızı uyurken, kendinizi dipsiz bir karanlıkta bulabilirsiniz... Gözlerinizi açtığınızda gördüğünüz s...