Göksel tüm heyecanıyla ayağa fırladı.
-Yaşıyor mu ? Nerde ?
-Benimle gelin.
Asker vakit kaybetmeden atını mahmuzladı. Göksel ve Altay da yanlarında duran atlarına binip askeri takip ettiler. Geldikleri yer ağaçların sık olduğu bir ormandı. Etrafta yere yatırılmış ölü veya yaralı olduğu belli olmayan 300'den fazla Türk vardı. Göksel'in komutasındaki askerlerden bazıları onları taşıyor, bazıları başlarında bekliyor, bazıları ise tıbbi müdahalelere yardım ediyordu. Haberi getiren asker atından inerek 3-4 arkadaşının topluca beraber durduğu noktaya geldi ve onlara çekilmesini söyledi. Göksel en son çocuk olarak gördüğü en küçük kardeşini şimdi delikanlı ve baygın halde görünce şaşırdı ama ağlamadı. Bugün o kadar kötü olay olmuştu ki Sancak'ın ölmeyip yaralanmış olması onu ağlatmamalıydı. Elini Sancak'ın yüzünde gezdirirken onu bulan asker durumu hanımına anlatıyordu.
-Onu ormanda bir ağaca yaslanmış baygın halde bulduk hanımım. Üstünde üşümemesi için örtülmüştü ve sırtındaki ağır yara temizlenip iyileştirilmişti.
Göksel önce duyduklarına inanamadı.
-Bu.. Bu nasıl olur ?
-Biz de bilmiyoruz hanımım. Allah'ın bir mucizesi mi dersiniz, yoksa meleklerin bir iyiliği mi orasının bilemem ama bu genç adam çoğu silah arkadaşından daha şanslı. Baksanıza bütün müdahaleler yapılmış.
Çok geçmeden Sancak gözlerini açtı. Başındaki insanları ancak birkaç saniye sonra net bir şekilde farkedebildi. Göksel kardeşinin onu tanıyıp tanımadığını bilmeden Sancak'a sımsıkı sarıldı.
-Şükürler olsun yaşıyorsun ! Aslan parçası ne kadar da büyümüşsün !
Sancak onun kim olduğunu sorma gereksinimi duymadan karşısındaki kadının sevgisine karşılık verdi. Bu sevgi iki kişiyle sınırlı kalmıyordu. Sanki havaya bir bulut gibi yükselip civardaki bütün herkesin yüzüne yağmur olarak düşüyordu. Mutluluğun gözyaşıyla harmanlandığı, izleyenlerin bile gözlerini doldurup suratlarında tebessüm bırakan güzel bir an yaşanıyordu.
Sancak ablası tarafından kucaklanırken bunca zamandır olanları düşündü. Köyden çıktıktan itibaren çok şey olmuş, çok şey değişmişti. O şımarık, savaş delisi, eğlenceye düşkün Sancak yoktu artık. Ya da artık o Sancak olmaktan vazgeçmişti. Kendi gençliğini reddetmişti günler süren tecrübe birikiminin ardından. Artık bir Kotantuğrul olmalıydı. Yıllardır hayranlıkla ve imrenerek baktığı, bazen onu sinirlendiren kararlar alsa da her hamlesini usta bir satranç oyuncusu gibi hızlı düşünüp doğru kararlar veren babası gibi olmak, onun gibi davranmak istiyordu ama tek bir farkla : Olanlara hakettiği karşılığı verecekti. Köylerine saldıran eşkıya kılıklı Swadyalıların peşine düşmek yerine kardeşine suç atıp köyüne kapanmış babasının yaptığını yapmayacak, kardeşlerinin, Öğünç Bey'in, arkadaşlarının ve tüm Kergit'in intikamını onlara hükmedecek konuma gelerek alacaktı. İmparator olarak. Göksel Altay Bey ve diğer komutanlara bir gün burada dinlenip bölgedeki ölü ya da diri bütün Türkleri arayacaklarını söyledikten sonra Sancak'ı uyuması için yalnız bıraktı.
*** *** ***
Göksel ve birliği ormanda aramadayken Kotan komutasındaki Kuzeybatı Seferberliği de Lepka'ya varmak üzereydi. Ordudaki her asker başkenti kurtaracak birlikte bulunmaktan dolayı gururlu ve neşeliyken Kotan hala Lepka'dan haber gelmemesinin nedeninin ne olabileceğini kendine sorup duruyordu. Acaba Lepka düşmüş müydü ? Asırlarca geniş alanlarda hüküm sürmüş Kergit Hanlığı eşsiz başkentini doğulu eşkiyalara bırakacak kadar aciz ve zayıf mıydı ? Bu... Bu çok kötü bir durum olurdu. Sırf dünyevi zenginlikler yüzünden Kergit Noyan'larının (ki başta kardeşi Kotantuğrul) bencilce hareketleriyle başlayan savaşlar önce orduyu, ardından köylü ve şehirli halkı, bunların sonucu olarak da hanlığı zayıflığa ve sefalete sürüklemişti.
''Durum bu kadar karanlık olmayabilir de.'' Bu karamsar olayları düşündükten sonra kendi kendine böyle cevap vermişti Kotantuğrul. Belki de Lepka sadece iyi kuşatılmıştı ve şehre hiçkimse sokulmuyordu (bu ihtimal ordusunun çetin bir savaşa gireceğini de beraberinde getiriyordu). Veya Sencer Han başkentini Doğulu casuslardan ve suikastçilerden korumak için şehre giriş-çıkışın durdurulmasını emretmişti. Bu olasılıklar birer bulut olmuş Kotan'ın kafasında dolaşırken bir anda kendine geldi. Birkaç metre geriden gelen Orunç Noyan'a dönmeden sertçe seslendi. Yaşlı komutan telaşla seferberlik kumandanının yanına geldi.
-Buyurun beyim. Bir sorun mu var yoksa ?
-Bizlik bir sorun yok şimdiye kadar Orunç Beyciğim. Asıl sorun ulaklarda. Günlerdir giden gelmiyor.
-Haklısınız beyim lakin yapabileceğim hiçbir şey yok. Zaten Lepka'ya dakikalar kaldı. Gidince her şeyi öğreniriz. Tekrar kusuruma bakmayın.
Kotantuğrul'un Orunç Noyan'a çıkışını gören Kutal hemen ağabeyinin yanına geldi.
-Bir sorun mu var komutanım ?
-Bari sen resmi konuşma Kutal. Canım sıkkın zaten.
-Ulak mevzusunu kafana çok takıyorsun. O kadar da önemli bir konu olmadığını göreceksin.
Bu cevapların ve tesellilerin hiçbiri Kotantuğrul'un yüreğine su serpmiyor, üstüne bir de vurdumduymazlıkları onu sinirlendiriyordu. Tedirginlik içinde geçen yolculuk sona erdi. Bulundukları engebeli zeminin tepesine çıktıklarında Lepka karşılarındaydı sonunda ! O eşşiz güzelliği, zenginliği, kültürü ve insanlarıyla beraber sağ salim kurtarılacaktı başkent ha ? Bu düşüncenin heyecanı bile askerlerin bacaklarını titretiyordu. Ordu bir anda durdu. Kötü duygular içerisindeki Kotan bu ani durma olayının sebebini tahmin etmişti. Taşlar yerine bir bir oturuyordu. Gitmek istemese de atını son gücüyle kamçıladı. Durmak istese de, atını durdurmak istese de hızını git gide arttırdı. Ağlamak istese de bütün ciddiyetini korudu. Kutal, Orunç, Merih, Sözer... Hiç kimse Kotan'a yetişemiyordu. Atlı Kergit askerlerinin iki yana çekilerek açtığı yoldan ok gibi geçiyordu Kotantuğrul. Rüzgar miğferinin kesik yerlerine vurup keskin sesler çıkartıyor, bir kumandana yakışır biçimde kuşandığı pelerini rüzgar tarafından dansa kaldırılmışcasına dans ediyordu havada.
Normalde saniyeler süren bu yol saatler almıştı onun için. Yer yer kırlaşmış saçları daha bir beyazladı sanki. Yüzündeki kırışıklarda da artış hissediyordu. Tepeye çıkmıştı. Son sürat koşturduğu atını aniden durdurup istemsizce şaha kaldırmıştı ve görmüştü her şeyi. Lepka. Güzeller güzeli Lepka. Hanlığın kalbi Lepka düşmüştü. Şehrin en büyük kulesi olan Yurtbek'in üstünde Sarı bir sancak vardı. Sancak.. Bu uğursuz savaşta canından çok sevdiği babasını toprağa vermiş, can dostunu ve oğlunu kaybetmiş, diğer iki evladını da yaralı komuştu köyünde. Bunların hepsi de şu anda yanında olan kardeşinin ve arkadaşlarının başının altından çıkmıştı. Ne düşüneceğini bilmiyordu. Lepka'dan yükselen dumanları artık buğulu görüyordu. Başı dönmeye başladı. Düşüyordu Kotan. Tıpkı Tuğrul Bey gibi. Oğulları gibi. Lepka gibi..
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sancak Han ve Noyanları
Historical FictionSHvN... Salt tarihi kurgu veya olayın değil, aşkın, kardeşliğin, nefretin, ihanetin, edilen yeminlerin, tanımadığı insanlarla tanıdığı düşmanlarına karşı bir olmanın öyküsü.. Okuduktan sonra her yerde Tuğrul kardeşleri, Sancak'ı, Bars'ı, Altınay'ı...