Gördüğüm rüyanın etkisiyle irkilerek gözlerimi açtım. Kendi kendime kapıldığım kuruntular yüzünden bölük pörçük bir sürü kabus görmüştüm bu şehir hakkında. Belki de bu bana bir mesajdı ama her ne olursa olsun emin olduğum tek şey hemen şimdi burayı terk etmemiz gerektiğiydi.
En net hatırladığım kabus gayet normal başlıyordu. Hepimiz sanki burada doğmuşuz gibi bu şehri kanıksamış vaziyette köle dövüşlerini izliyorduk. Basık bir hava ve boğucu bir sıcaklık hakimdi. Büyük bir tiyatrodaydık ve beyaz giyinmiştim. Kölelerin dövüştüğü kum zeminde o kadar çok kan vardı ki sarı yerini siyaha bırakmıştı. Bunun büyük bir günah olduğunu bildiğim halde mutlu görünüyordum. Uzun saçlı, donuk bakışlı köle eline nereden geçtiğini göremediğim baltayı rakibinin kafasına geçirdi. Diğerleri zafer çığlıkları atarken ben yavaş yavaş bunun bir hata olduğunu fark etmiştim. Alanı terk etmeye yeltendim fakat o kölenin yeni hedefi ben olmuştum. O üzerime doğru koşarken elbisem etek uçlarından başlayarak siyahlaştı. Tenim bembeyaz kesilmişti. Benim iki katım kadardı ama aramızda bir kol mesafesi kalınca boynundan tutup yere yapıştırmıştım. Eteklerinde bulunduğumuz dağın zirvesine baktım. Üstünden dumanlar yükseliyordu.
Kabusumu yorumlamak için düşündüğümde bile o hisleri yaşamıştım. Kaybedecek zamanımız yoktu.İlk akşam ben uyumamaya diretirken Marcus benimle birlikte sabahlamaya karar vermiş, fakat en fazla bir saat sonra onun kollarında kendimi uykuya teslim etmiştim.
"Marcus." Bir yandan uyanması için kulağının dibinde bağırırken diğer taraftan dövecek gibi sarsıyordum. Her seferinde aynı şeyi yapıyordum, hâlâ benden nefret etmediği için şanslıydım. "Marcus uyanman gerek."
Yerinden fırlayarak üstüme atladı. Gözlerini tam açınca şaşkınlıkla bana baktı. "Shaila?!"
"Evet aptal evet Shaila." Onu tekmeleyerek üstümden savurdum. İmalı bir sesle "Rüyanda ne gördüğünü sormayacağım." diye ekledim.
"Ama bilmen gerek." Telaşla bana yaklaştı. Endişeli görünüyordu.
Aynı kabusu görme ihtimalimizi hesaplarken "Yoksa rüyanda bir köle sana mı saldırıyordu?" dedim.
Gözleri şaşkınlıkla büyüdü. "Nerden biliyorsun?"
"Uzun zaman önce hislerime güvenmen gerektiğini öğrenmeliydin." Üstümdeki hayali tozları silkeledim.
Teslim olur gibi ellerini kaldırdı. "Buradan gitmemiz gerek."
"Geldiğimizden beri söylüyorum." Minderin arasına sıkışmış haritayı sinirle elime aldım. "Tukidides, bilmem kaç yaşında herifsin bu yaşta yalan söylüyorsun. Ayıp." Yırtıp atmadan önce son bir kez bakmak için haritayı önümüze açtım. Bu kötü bir şaka olmalıydı. Atina'da Typhon'un yeri olarak burayı gösterdiğine başımı koyabilirdim. Şimdi denizin ortasında bir yerde Typhon yazıyor, Typhon'un eski yerinde başka bir kelime vardı.
Marcus kuşkuyla etrafına baktı. "Birileri bizimle fena dalga geçiyor."
Aklıma gelen ihtimal vücudumu kaskatı kesti. Bunu düşünmek dahi istemiyordum ama tüm işaretler bu yola çıkıyordu. "Ya tanrılar bizden kurtulmak istiyorsa?"
Ebeveynlerine ihanet eden iki safkan ve bir melez. Sapkın bir şehirle beraber ortadan kaldırılmaya çok yatkındık.
Sürekli bir şeyler söylemeye yelteniyor fakat son anda vazgeçiyordu. Bu ihtimal onu da korkutmuştu. "Tamam, şimdi mantıklı düşünelim." diyerek sonunda söze girdi. "Tanrılar bizi gözden çıkarsa seni bu kadar rahat yok edemezler. Bu felakete sebep olurdu, değil mi?"
"Değil." Kendime baktım. "Bence değil yani."
"Hadi gidiyoruz." Kolumu koparır gibi çekerek beni ayağa kaldırdı. "Eğer düşündüğüm kişi bize bu oyunu oynadıysa kendisi için iyi şeyler olmayacak."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tartarus'un Sırrı (ES 2)
FantasyİLK KİTAP : ELYSİUM'UN SIRRI Gökyüzünün ve hava olaylarının mutlak hakimi Zeus elinde şimşeğiyle düşmanını bekliyordu. Güç dolu bakışlarında tereddütün damlası bile yoktu. Karşısında her ne varsa ondan daha kudretli değildi. Arkasında ışığın koru...