Lodun sıkıntıyla kemiklerini çıtlattı. Marcus'un beni gizlice Styks'a sokması gerektiğini söylediğinden beri sanki "Hades kemiklerini kırmak istiyor" demiş gibi bunu yapıyordu.
"Ama efendim bu mümkün değil." Diyerek bir kez daha kemiklerini çıtlattı.
Yüzümü ekşiterek dişlerimi sıktım. "Kes şunu."
Hiç oralı olmadan devam etti. "Tanrı Hades, Olimpos kanını taşıyan bir kuşun bile buraya gelmemesini emretmişken onu Styks'a girdireceğinizi söylüyorsunuz. Üstelik o Zeus kızı!"
Marcus kafasına bir tane geçirdi. "Tanrıların isimlerini söylememen için kaç defa uyaracağım? Onlar adları geçince kulak kabartırlar."
"Özür dilerim." Yeniden bana odaklandı. İnadıma yapıyor gibi kendini çıtlatmaya devam ediyordu. Boynunu, dizlerini, parmaklarını...çıkan sesler kafamı delmek istiyordu. "Styks Nehri'ne sadece sizin gibiler girebilir. Prenses nasıl girecek?"
Doğrusu bunu ben de merak ediyordum. Marcus için siyah nehir panzehirdi, yaralarını anında iyileştirip neredeyse ölümden döndürdüğü zamanlar olmuştu. Daha önce bunun hakkında konuştuğumuzda içinde ruh çekenlerin olduğunu ve Hades ailesi dışında biri girdiği zaman öldürdüklerini söylemişti.
Sakin bakışlarla beni süzdü. "Orasını bana bırak."
Göğüs kafesini şişirerek "Tanrımız bundan hoşlanmayacak, sizi cezalandırabilir." dedikten sonra güvenlik açısından önümüzden yürümeye başladı.
"Cezalandırmak mı? Beni öldürecek." diye fısıltıyla söylendi Marcus.
Ona bakmakla yetindim. Ne olacak, nasıl olacak diye düşünmekten delirmek üzereydim. Hades bizi yakalarsa bana yapacaklarından zerre korkmuyordum, tek derdim Marcus'un paçayı yırtmadan kurtarmasıydı.
Tekrar dar tünellerden geçerken "Bunu yapmak zorunda mıyız?" dedim.
Kahakasını duydum. "Korkuyor musun?"
"Sanki sen korkmuyorsun aptal." Tiyatro yeteneği olan tek kişi ben değildim.
"Belki biraz."
Cırtlak bir sesle Lodun lafa karıştı. "Tartarus'a doğru iniyoruz. Orası Thanatos ve Hypnos'un bölgesi, lordumuz pek kontrol etmez."
Marcus aniden durdu. "Hypnos'un Shaila'yı seveceğini pek zannetmiyorum."
"Ben sadece sizi düşünmekle görevliyim." Umursamaz bir tavırla duvarlara dokunarak çıkışı aramaya başladı.
Marcus sertçe Lodun'un elini yakaladı. "O zaman benim düşündüğümü de düşünmek zorundasın."
"Nereye gitmemizi istiyorsunuz? Diğer her yerde babanızın gölgesi üstünüzde olacak." İyiki buraya gelirken ondan yardım istemek gibi bir gaflete düşmemiştim.
"Ceza tarlalarına. Orası da benim bölgem." Koluna girmemi işaret etti.
"Pekâlâ." Diyerek isteksiz de olsa yön değiştirdi.
Tünellerin içinde kimi zaman eğilerek, kimi zaman sürünerek ilerliyorduk. Marcus anlamlandıramadığım derecede sinirliydi. Hızlı gittiğimde beni tutup yanına çekiyordu. Her an bir şeylere çatacak gibi bir hali vardı.
Çok uzun sürmeyen bir yürüyüşün ardından tünelden çıktık. İlk ve son olmasını umarak Marcus için buraya geldiğimde etrafı inceleme fırsatım pek olmamıştı ama Elysium'un kapısını tanıyordum. Burası üç bölüme ayrılmıştı; iyi insanların ödüllendirildiği Elysium, ismini yeni öğrendiğim, arada kalmış insanların bulunduğu Arahpuse ve Tartarus'a gönderilmeden önce yaptıklarına pişman edildikleri ceza tarlaları. Bu üç kısmı birbirinden ayıran tek şey bahçe duvarı gibi alanların etrafını saran solgun renkli kolonlardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tartarus'un Sırrı (ES 2)
FantasiaİLK KİTAP : ELYSİUM'UN SIRRI Gökyüzünün ve hava olaylarının mutlak hakimi Zeus elinde şimşeğiyle düşmanını bekliyordu. Güç dolu bakışlarında tereddütün damlası bile yoktu. Karşısında her ne varsa ondan daha kudretli değildi. Arkasında ışığın koru...