Typhon

3.1K 254 14
                                    

"Kesiğin çok derin." Saraydan çıkarken hizmetli kızın tahtaların üstüne bıraktığı çarşaftan yırttığı bez parçasıyla elimi sardı. "Birkaç saat içinde değil bir şeyleri tutmak avucunu kapatamayacaksın bile." Uzun süredir türlü türlü şeylerden bahsederek beni konuşturmaya çalışıyordu fakat tek kelime etmek içimden gelmiyordu. Sonunda isyan bayrağını çekti. "Nasıl böyle bir çılgınlık yapabildin? Tanrılar aşkına normal kişiler kılıç gördüklerinde kaçarlar. Elleriyle savunmaya çalışmazlar."

"Keşke kafamın içine girebilsen."

Boş bakışlarla siyah gözlerine baktım. Gerçekten endişeliydi, ne olursa olsun onu korkutmak hakkım değil diye düşünerek "Nasıl gideceğiz?" dedim duygusuz bir sesle. Daha uzun cümleler kurup kendimi anlatmaya mecalim yoktu.

Sinirle yerinden kalktı fakat bu öfke bana değildi. "Gitmeyeceğiz Shaila. Gitmiyoruz."

Rodos'a döneceğimiz tünelin önüne kadar sağsalim gelmiştik. Sonra onun isteğiyle şehire geçmeden biraz dinlenme kararı aldık. Gerçi burada dinlenmek diken üstünde oturmak gibiydi benim için.

"Neden?" Diye sordum.

"Neden mi?" Sakinliğim onu daha çok geriyordu. "Kendini bir halt sanan aptalın laflarını ciddiye alıp bu hale geldiğin için."

"Onu umursamıyorum." Yalan söylediğimi ancak bu kadar belli edebilirdim.

Hesap soracak gibi ellerini göğsünde birleştirip bana döndü. "Keşke bir de umursasan."

"Üstüme gelme." Diyerek yerimden kalktım. Bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Neyse ki cevap vermemişti.

Sert esen rüzgarın uğultusu kulaklarıma doldu. Rodos'un soğukluğu tenime işliyor, denizden gelen tuz kokusu burnumu yakıyordu.
Ona bakmadan "Nasıl gideceğiz?" dedim. Sesim havadan daha soğuktu.

"Bilmiyorum. Başına geçmem gereken bir ordu var, bununla vakit kaybedemem." Diyerek sarayı çevreleyen surlara yöneldi.

Olduğum yerde kaldım. "Devam etmeyeceğini mi söylüyorsun yani?"

"Kesinlikle."

Gelmesi için zorlayamazdım sonuçta. Ne istiyorsa onu yapabilirdi. "Pekâlâ, görüşürüz."

Bunu söylememi beklemiyordu ama ben durmayacaktım. Poseidon'a bir sözüm vardı. Üstelik onun peşinden gitmem ya da burada kalmam kendimi daha fazla işe yaramaz hissetmeme sebep olacaktı.
Lanet Notları'na bakmanın tam sırası diye düşünerek kağıt destesini çıkardım.

"Yapabileceklerinin sınırı yapamadıklarınla ölçülemez. Tanrıdan gelen hediyeyi kabul et, seni hedefine götürsün."

Tanrıdan gelen hediye...Bu ne olabilirdi? Bu günlerde tanrıdan hediye olarak aldığım tek şey Helios'un yayıydı. Henüz tam olarak kullanmayı öğrenmemiştim ama sonuç olarak o bir savaş aletiydi, bazı özelliklerini çıkarırsak sıradan bir yaydı işte.
O an gökyüzünde bir parıltının kaydığını gördüm. Başta yıldız kayması zannetmiştim fakat bu daha değişikti. Parıltının kanatları vardı ve çok uzağımda değildi. Hatta eğer yanlış görmediysem yere düşmüştü. Yaratık olabileceğini düşünmeme fırsat vermeden o tarafa doğru yürümeye başladım.

"Bekle." Marcus beni şaşırtarak arkamdan gelmişti. "O elle Pegasus kullanamazsın."

Benim kesik bir elim vardı değil mi? Hatırlayınca acısını hissettim. Vücudum soğuktan buz gibiydi ama avucumun içi yanıyordu.

Neredeyse ağaç kadar büyük çalıların arkasından kişneme sesi duydum. Siyah gövdeli, alev kanatlı Pegasus otlanırken bizi bekliyordu.
Bu uçabilen atlar Poseidon'un çocukları sayılırdı. Titan savaşında deniz tanrısı onları dalgaların köpüklerinden yaratmıştı. Renkleri çoğunlukla beyaz, nadiren siyah olurlardı.

Tartarus'un Sırrı  (ES 2) Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin