HÖDÜK
Parmaklarım bilgisayar klavyesinin üzerinde harflerde gezinirken tek bir kelime yazamıyordum beyaz ekrana. Bazen olurdu böyle. İçimde bir şeyler yakama yapışır ve beni yazmaya zorlardı. Fakat saatlerce bilgisayarın önünde oturur tek kelime yazamazdım. Bugünde öyle anlardan biriydi. Yaklaşık üç saattir masanın başında oturuyordum fakat tek kelime yazamamış ve yazdıklarımı beğenmeyip geri silmiştim.
Ekranı kapatıp hızla masadan kalktığımda evin çıkış kapısına doğru yürüdüm. Zaten fazla adım atmama gerek kalmadan kapıya ulaştım. Evim bana yetecek kadar büyüklükte. İki odası ve ortalama büyüklükte bir salonu vardı. Salon ve mutfak Amerikan tarzı bir şekilde iç içeydi.
Odanın birisini yatak odası olarak diğerini de çalışma odası olarak kullanıyordum. Salondan balkona açılan sürgülü kapının hemen iki tarafında da boydan kitaplık vardı. Evimde televizyon gibi gereksiz bir icat bulundurmuyordum. Zaten izleyecek vaktim de psikolojim de yok.
Portmantoda asılı olan gri uzun trençkotumu giyip ayakkabılıktaki siyah botlarıma uzandım. Kasım ayındaydık. Yılın bu zamanları Belçika hem soğuk hem de yağmurlu oluyordu. Son olarak siyah şemsiyemi elime aldığım da kapının hemen yanında ki boydan aynaya değdi bakışlarım.
1.86 boyum Belçikalıların boy ortalamasından biraz fazlaydı. Kahverengi saçlarımın kenarları kısa ama yana doğru ayırmasam gözlerimi kapatacak kadar uzundu ön tarafı. Bugün lenslerimi takma zahmetine gitmedim. Yuvarlak çerçevesiz gözlüklerim vardı gözlerimde.
Dün akşam uyuyakaldığım ama çıkarma zahmetine gitmediğim siyah boğazlı kazağımın altında gri eşofmanlarım ,siyah botuma ne kadar tezatsa olabilirse o kadar tezattı.
Kapıdan çıkıp merdivenleri teker teker inerken sonunda soğuk havayla buluştu bedenim. Neredeyse günlük rutin haline getirdiğim yürüyüşümü yapıp her zaman gittiğim kalabalığın en yoğun olduğu o kafeye gitmek için adımlamaya başladım.
Buraya geleli neredeyse dört yıl oluyordu. Türkiye'den kaçalı yedi yıl. İlk üç yılı Almanya geçirmiştim. Türkiye'yi terk etmemin bir çok sebebi vardı.
Beni terk etmeye iten son sebep intihar etmemdi.
Sonrasında orada yaşayamayacağımı anlayıp yolunu, dilini bilmediğim ülkelere sürdüm kendimi. İçten içe büyük bir sürgünde olduğumun farkındaydım.
Ve korkarım ki bu sürgün ömür boyu sürecekti.
Kafeden içeri girdiğim de tanıdık sıcaklık sardı bedenimi. Her zamanki oturduğum cam kenarında ki masaya ilerledim. Üzerimdeki trençkotu çıkarıp sandalyeye bıraktığım da gelen garsona kahve siparişimi verdim. Sonra her zaman ki yaptığım gibi parlak camın ardından geçen insanları izlemeye başladım.
Bazı roman karakterlerimi de burada yaratmıştım. Önümden geçip giden insanları onların haberleri olmadan kendi romanıma başrol yapmışlığım vardı.
Bir polisiye roman yazarıyım .
Yazdığım kitaplar birçok okuyucum tarafından sevilir ve ilgiyle takip ediliyordu. Bu alanda başarılı olduğumu düşünüyorum. Tıp gibi bir bölümü yarıda bırakıp yazar olarak ilerlemiştim. Etrafımda ki bir çok insanın baskısını hissettim zamanında. Bazıları aptal olduğumu bile düşünmüştü hatta. İnsanların çalışarak bile giremediği bir bölümü yazarlık hayatıma devam etmek için yarıda bırakmıştım. Onlar için kabul edilemez bir durumdu bu. Ama kabul ettirmeye çalışmadım kimseye.
İsmimi bile kendim seçmiştim.
Anne ve babamın bana bahşettiği hayattan tek bir iz dahi kalsın istemedim geriye. Onlar gibi ismimi de hayatımdan çıkartmış ve bundan sekiz yıl önce ismimi ,soy ismimi dahi değiştirmiştim. Ege Avcı yerine Nerva Karaca olarak yer alıyordum nüfusta. Yazarlığa ile başladığım zamanlarda ki takma ismimdi Nerva.
Nerva Letonca da Sinir demek. İçimde ki bütün öfkeyi bir kimlik haline getirmek istedim. 96-98 yılları arasında yaşayan Eski bir Roma İmparatorunun ismiydi. Halefini, aile bağlarına göre değil kapasitesi ve potansiyeline göre seçen ilk Roma İmparatoru'dur. Beş iyi İmparator döneminin ilk İmparatoruydu. İmparator Nerva'da beni etkileyen bir sebep vardı.
Düzene karşı gelmek.
Ege Ölmüştü.
Onun kemiklerinden bir Nerva yarattım.
Ve Nerva eskisinin aksine soğuk, şüpheci, tahammülsüz, samimiyetten nefret eden, temas sevmeyen bir adamdı. Hayatımın hangi noktasında olduğumu bilmiyorum.
Zihnimde ve kalbimde koca bir boşluk var ve ben her geçen gün daha derine düşüyordum.
Hava kararmaya başlamış ve yağmur hala şiddetini korurken biten kahve bardağımı masaya bırakıp ayağa kalktım ama bir şeye çarparak kalktığım yere tekrar oturmam uzun sürmemişti. Daha ne olduğunu anlamadan üzerime düşen benden ile öylece donup kaldım. Şuan turuncu saçlı bir kızın hafif dolgun kalçaları bacaklarıma temas ediyordu.
Avuçlarım karıncalanmaya başlarken kız da şaşkınlıktan suratıma bakıyordu.
Bedenimi kontrol edemediğim bir öfke kaplarken kucağımda ki kızı iterek hızla ayağa kalktım. Hafif kilolu kızın kalçaları bu seferde zeminle buluşmuştu.
Temastan nefret ediyorum. Birisiyle selamlaşırken elini bile sıkmayan bir insandım. Nasıl bir yüz ifadesiyle kıza baktığımın farkında bile değilken sandalyede ki trençkotuma uzanıp aldım ve son kez hala yerde duran kızın yüzüne baktım.
Şaşkın yüz ifadesinin yerini çatık kaşları almıştı. Belli ki ondan özür dilememi bekliyordu. Arkamı dönüp hızlı adımlarla kafenin çıkışına doğru ilerleyecekken beni durduran şey kızın söylediği Türkçe kelimeydi.
"Hödük !"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
96 bxb
Novela Juvenil!BL Kitabıdır. Homofobikler sessizce ortamdan ayrılsın lütfen ! "Seni zeki birisi sanmıştım " dedi alaycı bir sesle. İçimde ki öfke katlanarak artarken parmaklarım daha sıkı kavradı silahın kabzasını. "Beni bile kandırdın. Ama bariz bir yalana inan...