Bölüm 18

3.5K 251 15
                                    

Üzülme vakti değil Mary. Avazım çıktığı kadar bağırdım. Hızla aşağı düşüyordum. Saçlarım birbirine karışmıştı. Ellerimi kafama geçirdim ve korumaya çalıştım. Vücudum kasıldı. Titriyordum. Hayatımdaki en uzun çığlığı atıyor olabilirdim. Gözlerimi sımsıkı kapattım. Tenimi ince bir şey yalayıp geçti. Ne olduğunu anlayamadım? Birden sırtım bir yere sertçe temas etti. Betondan çok daha yumuşaktı. Gözlerimi korkuyla açtım. Bir yataktaydım. Pembe bir yatak. Prenses yatağı gibi süslü püslüydü. Beni kandırdı. Yine duygularımla oynadı. Kesilen nefesim yerine gelmişti. Kalbim ama hala kendine gelememişti. Olabildiğince hızlı atıyordu. Kendi kendime konuşmaya başladım
"Senden nefret ediyorum Markus nefret! Ya ben öleceğimi sandım."dedim ve yataktan doğruldum. Konuşmaya devam ettim
"O kadar metre yükseklikten yere çarpacaktım. Kalbim duracaktı. Emirlerin de parmağı var. Onlarla konuşmayacağım. Hepsi pislik. Öldürecekken fake attı bana ya. Bir de dalga geçiyordu; bu kadar üzülme geri dönersin diye. Ne kadar utanmaz birisi ya. Off cidden ondan artık ne kadar nefret ettiğimi bile bilmiyorum. Bir insan nasıl bu kadar kötü olabilir? Bende öleceğimi sandım. Haklıydım da. Yine atsalar yine ağlardım."dedim. Yataktan kalktım. Beni nereye gönderdi bu? Başka bir boyutta mıydım? Aslında çok güzeldi. Peki ben nasıl geri dönecektim? Beni nasıl gönderdiyse öyle geri getirmek zorunda. Buradan çıkmak içinde uğraşmayacağım. Etrafta gezinmeye başladım. Bir yatak odası için çok büyüktü. Her yer süslüydü. Pembe duvarlar vardı. Üstünde de çiçek desenleri. Kocaman bir ayna vardı. Etrafı altındandı. Gerçek mi bu altın acaba? Aynanın yanına gidip altına dokundum. Gayet gerçek gibi duruyordu. Birden kapı açıldı. Korkuyla elim masadaki birkaç eşyaya çarptı ve yere düştüler. Kapıya baktım. Sarı saçlı, mavi gözlü, hafif kaslı biriydi. Mavi bir şey vardı üstünde. Kaftan gibi bir şeydi. Altın da ise... Gülmek için uygun ortam değil. Altında da tayt vardı. Beyaz bir tayt. Çok çirkin. Elinde de kılıç vardı. Ben kaçıncı yüzyıla düştüm? O adam bana korkuyla baktı
"Sen nasıl olur da uyanırsın? Ben seni uyandıracaktım. Bu mümkün değil."dedi. Ne uykusu ne uyandırılması? Gülümsemeye çalıştım
"Bak şimdi ben buraya yanlışlıkla geldim. Birisi beni buraya zorla gönderdi. Öncelikle buranın neresi olduğunu söyler misin?"dedim. Anlamadı
"Nasıl yani? Sen kafanı da vurmuşsun. Tuhaf tuhaf konuşuyorsun. Senin ülkendeki herkes uykuda. Onları uyandırmamız için seni uyandırmak gerekiyordu. Ama sen nasıl oldu da uyandın? Ben seni öpecektim."dedi. Ya inanamıyorum. Markus beni Uyuyan Güzel masalına mı attı? Gülsem mi kızsam mu kararsız kaldım. Önce şu yanlış anlamayı düzeltmem gerek. Güzelce konuştum
"Sen prenssin o zaman. Ama ben prenses değilim. Ben sizin dünyanızdan değilim. Ben buraya yanlışlıkla geldim. Gerçek prenses neredeyse onu bulun ve onu öpün. Ben de en kısa zamanda buradan gitmeye çalışacağım zaten."dedim. Kılıcı bana doğrulttu
"Sen cadı mısın yoksa? Prensesim nerde? Onu bana ver yoksa kafanı kopmuş bil."dedi. Hemen karşılık verdim
"Şşş sakin ol dostum. Ne cadısı? Ben insanım. Normal birisi. Senin prensesin nerede bilmiyorum. Sen gelmeden önce bu yataktan kalktım ama ben prenses filan değilim. Şu halime baksana böyle prenses mi olur?"dedim. Kılıcı çekti. Beni süzdü
"Haklı da olabilirsin. Çok komik bir giyinişin var. Kızların pantalon giydiği nerede görülmüş?"dedi. Bir de beni küçümsüyor. Ben de onu küçümsedim
"Bu pantalon değil eşofman. Bizim tarafta senin ki gibi dar taytlar yok en azından. Sen önce kendi giyinişine bak. Prens mi soytarı mı belli değil."dedim. Kılıcı tekrar doğrulttu
"Sözlerine dikkat et. Karşında büyük bir krallığın prensi duruyor. Bu ne cürret?"dedi. Geri adım attım
"Bildiğim kadarıyla tüm krallık uykuda değil mi? Yani ortada bir krallıkta yok gibi bir şey. Bu durumda sen de evleneceği kadını bulmaya çalışan normal biri kılıyor."dedim. Gözlerini kıstı
"Bildiğin kadarıyla derken? Neler biliyorsun sen?"dedi. Çok bilmiş tavrımı takındım
"Ooo ben sizin kitabınızı okudum. Merak etme mutlu sonla bitiyor sizin ki."dedim. Kılıcı indirdi
"Sen kahin gibi bir şey misin?"dedi. Güldüm
"Tabi ki değilim. Yanlışlıkla buraya geldim. Benim geldiğim yerde sizin hikayenizi bilmeyen yok."dedim. Sesini dikleştirdi
"Sana bir prens olarak emrediyorum. Prensesimi bulmaya bana yardım edeceksin. Yoksa seni timsahların önüne atarım."dedi. Ama gülünmeyecek gibi değil ki. Gözlerimi devirdim
"Ben buranın vatandaşlığında bile yokum ne emri. Eğer rica etseydin sana yardım ederdim."dedim. Bozulmamaya çalıştı
"Her neyse. Bana yardım etmelisin. Krallığımı kurtarmam gerek."dedi. Memnun bir şekilde konuştum
"Hıh şimdi oldu. Yalnız ben nasıl yardım edeceğimi bilmiyorum."dedim. Düşünmeye başladı
"Sen en iyisi yardımcım ol. Belki bu fazla bilgin bize yardımcı olur."dedi. Yardımcı olmak beni bozdu. Tamam bir prens olabilirdi ama bunlar hayaliydi. Burada olmak eğlenceliydi. Bir krallıktayım. Prens bile var. Macera dolu bir yolculukla da prensesi bulmaya çalışacağız. Hemen konuştum
"Tamam anlaştık."dedim. Bana döndü
"Gel benimle. Her yere bakmalıyız."dedi. Odadan çıktı. Ben de onun arkasından gittim. Vay canına çok güzeldi. Kocaman bir tavanı ve aşırı süslü lambaları vardı. Duvarlar kesin yirmi metre vardı. Gerçekten bir saraydaydım. Aşağıya bakan bir koridorda yürüyorduk. Duvarların kenarları sarmaşıklarla kaplıydı. Yerde ise uzun ve gül kurusu renginde bir halı vardı. Duvarlar soluk pembe rengiydeydi. Prens hızlıca yürüyordu. Ona yetişmek zordu.  Merdivenlerden indik. O kocaman alana geldik. Kralın tahtı da vardı. Altından ve kırmızıydı. Kenarlarında çeşitli süslemeler vardı. Saraydan çıktık. Burası da yeşilliklerle dolu bir bahçeydi. Ağaçlara şekiller verilmişti. Yuvarlak, kare hatta kalp bile vardı. Her yerde çiçekler vardı. Çok güzel kokuyorlardı. Büyük bir demir ve parmaklıklardan oluşan bir kapıya geldik. Kapıdan çıktık. Beyaz bir at vardı. Çok güzel ve asildi. Prens bir çırpıda ata atladı. Şimdi tam oldu; beyaz atlı prens. Bana döndü
"Hadi arkama atla. Buradan biran önce gitmeliyiz."dedi. Ata korkuyla baktım
"Ben hiç ata binmedim ki. Çok yüksek değil mi?"dedim. Güldü
"Sen ciddi misin? Haha komiksin."dedi. Ona alaycı şekilde baktım
"O tayt altındayken seni ciddiye alamıyorum."dedim. Tekrar ciddi oldu
"Tamam yeter bu kadar. Zaman kaybetmeden onu bulmalıyız."dedi ve elini uzattı
"Tut elimi bak şuraya basacaksın. Sonra ben seni çekerim."dedi. Önce elini tuttum. Sonra da o gösterdiği yere bastım. Beni çekti. Atın sırtına yapışarak bir bacağımı diğer tarafa atmayı başardım. Ata yerleşince doğruldum. Atlar bu kadar uzunlar mıydı? Çok yüksekteymişiz gibi geldi. Atta hareket edince daha da korkunç oluyordu. Prensin kıyafetine tutundum. Prens yine gülerek konuştu
"Düşmek istemiyorsan bana sarılmalısın, ben biraz hızlı at sürerim de."dedi. Gözlerimi devirerek ona arkadan sarıldım. Bu sefer ben ciddi şekilde konuştum
"Eğer prensesinle aran bozulsun istemiyorsan sus bence. Yoksa prensesine beni atına attığını ve sarıldığımı söylerim. Sonra koltukta mı uyursun bilemem"dedim.
"Biliyor musun senin kötü kalpli bir cadı olman şuan ki halinden daha iyidir."dedi. Güldüm. Ata işaret verdi. At ilerlemeye başladı. Ona daha da sıkı sarıldım. Bunlar Emir'in suçuydu nasıl olsa. Bu yüzden bana da karışmazdı. Prens ata daha hızlı vuruyor atta da daha hızlı koşuyordu. Kafamı eğdim. Sırtını kafama siper ettim. Çok dengesizdi. Atta rahat bile oturamıyordum. Bir yukarı bir aşağı zıplıyordu. Tabi kalçamda acıyordu. At dört nala gitmeye başladı. Çok hızlı. Düşersem hem acı verici olurdu hem de prensin benimle dalga geçecek bir nedeni olurdu. Atın nefes alışlarını hissediyordum. Karnı inip inip kalkıyordu. Ata binmek yetenek isteyen bir işmiş. Birkaç dakika sonra ağaçlıkların arasına girdik. Yavaşladı. Sonra da büyük bir ağacın yanına gelince atı durdurdu. Kafamı kaldırdım. Hemen konuştum
"Neden durduk?"dedim. Kollarımı ondan ayırdım. Attan bir çırpıda indi. Bana döndü
"Kesin onu kaçırdılar. Biz de onu aramaya buradan başlayacağız."dedi. Bacağımı atın diğer tarafına attım. Prens bana kollarını açtı. Gülerek onun omuzlarına tutundum. O da beni sararak attan çekti. Aşağı inince ondan ayrıldım
"Atı ne yapacaksın? Kaçmaz mı?"dedim. Övgüyle konuştu
"O benim biricik atım. Sahibi gibi çok akıllıdır kendisi. Beni bekleyecektir."dedi. Onu bu sefer bozmayacağım. Zaten tayt konusu açılınca yerin dibine giriyor. Ama kabul etmeliyim ki bacakları benimkinden daha güzel. Ve komik. Neyse ciddi olmalıyım. Ortada kayıp bir prenses var. Prens kılıcını çekti ve ilerlemeye başladık. Sohbet seven ben konuşmaya başladım
"Kılıç kullanmayı biliyor musun yoksa süs diye mi taşıyorsun?"
"Hah sorduğun soruya bak. Ben bir prensim tabi ki biliyorum."
"Kendini üst düzey biri olarak değil de normal biri olarak görürsen anlaşmamız daha kolay olacak."
"Anlaşmak isteyen de yok."
"İyi be yardım etmiyorum sana."
"Tamam sustum. Bir daha böyle konuşmam."dedi. Memnun şekilde konuştum
"İyi tamam."dedim. Bir yandan da etrafa bakınıyorduk. Bu çok saçma geldi. Hemen fikrimi söyledim
"Bir şey soracağım, prenses kaçırıldıysa neden ormanda olsun ki?"
"Burası normal bir orman değil. Burada birçok cadı, büyücü var. Şansımız varsa onlardan bir tane buluruz. Onlar da bize yardım eder ve prensesi buluruz."
"Sen beni prenses sanmıştın, yani prensesi daha hiç görmedin değil mi?"
"Evet malesef. Çirkin olacak diye ödüm patlıyor. Seni görünce bir yandan da sevinmiştim yani güzelsin. Ama prenses  değilmişsin işte."dedi. Ona karşı tavrım yumuşamaya başlamıştı. Bana iltifat etmişti. Gülümsedim
"Teşekkürler. Sence nerede olabilir? Ya da kim kaçırmıştır?"
"Benim ya da prensesin krallığından olamaz çünkü herkes uykuda. Burada da iki tane krallık daha var. Eğer cadı filan bulamazsak oraya gideriz."dedi. Küçükken bu hikayeyle ilgili kafama takılan birçok soru vardı. Şimdi de bunu öğrenebilirdim. Heyecanla konuştum
"Şey nasıl oluyor da senin krallığındaki herkes uyurken sen uyumuyorsun?"dedim. Bana gülerek baktı
"İçimde ki ses oldun. Nedenini ben de bilmiyorum. Kurallar gereği böyle olması gerekiyor sanırım."
"Peki bir insan nasıl bir öpücükle uyandırılıyor? Yüzyıllık uyku olduğuna göre zehirlenmiştir. Yani senin dudaklarında panzehir gibi bir şey mi var?"dedim. Karşıya tekrar baktı
"Galiba var. Ben de hayatımda bunların cevabını hiç bulamadım. Buralarda cadı da olunca mantıklı bir cevap olmuyor."dedi. Haklıydı. Aynısı bana da oluyordu. Bu neden burada? Büyü. Sen nasıl bu kadar çabuk geldin? Büyü. Canın acımıyor mu? Büyü. İnsan bir noktadan sonra sıkılıyor. Sen bir şey yapamıyorsun ve onlar yapıyor. Tek açıklamaları ise büyü. Onu çok iyi anlıyordum. Kafamı salladım
"Diyecek bir şeyim yok. Haklısın."dedim. Ormanın daha da ilerisine gidiyorduk. Şüphelice sordum
"Yolları biliyorsun değil mi?"dedim. Etrafa bakındı
"Tabi ki biliyorum. Güven bana."dedi. Tayt giyen birine güvenemiyordum. Yeter Mary dalga geçme. Bu yüzyılda böyle giniliyor. Tamam dalga geçmeyeceğim. Öylece ormanda gidiyorduk. Bıkkınca sordum
"Cadılar nerede saklanıyor? Ne çeşit yerde? Ona göre arasak daha iyi olur. Yoksa ormanda ben cadıyım diye gezeceğini sanmam."dedim. Düşündü
"Aslında haklısın. Mağaralar en çok yaşadıkları yer."dedi. Ağaçların çok ilerisinde bir dağı gösterdi
"Bak orada bir dağ var. Mağara da vardır. Mutlaka bir tane buluruz."dedi. Ona şaşkınca baktım
"Ne yani oraya kadar yürüyecek miyiz? Sayın prensim acaba biz atı neden orada bıraktık diye küçük bir soru sorsam."
"Bir de biricik atımı mı yoracaktım? Hayır ona kıyamam."
"O zaman kıyabileceğin bir ata binseydin. Ya sen manyak mısın? Atlar bunun için var. Birilerini taşıyıp bir yere götürmek için."
"Ben prensesin kaçırılacağını bilmiyordum. Klasik şekilde onu öperim, o da uyanır ve krallık uyanınca güzel bir törenle saraydan içeri girecektik. Beyaz atlı prens olmak zorunda tamam mı? Ve bana da çok yakışıyor. Çirkin bir atla mı gelseydim?"
"Emin ol beyaz taytına çok yakışıyor."dedim. Ama çok kaşınıyor. Dalga geçmem için çok ısrar etti resmen. Bu sefer o da bana karşılık verdi
"Sen bir giyinişine bak. Sizin orada da cinsiyet değiştirmek moda herhalde. Kız pantalon mu giyermiş?"
"Bu bir eşofman. Hem bizim orada ki moda sizinki gibi komik değil. Oradaki kızlar bile böyle tayt giymiyor. Giyseler bile beyaz olmuyor. Benimle modanızı karşılaştırmaya kalkışma. Çok fazla ezilirsin."
"Dua et ki şuan sana ihtiyacım var. Yoksa senin kafanı şuracıkta uçururdum."
"Hep tehdit. Benim çıkarım bile yok bu anlaşmadan. Herkes kendi yoluna. Git kendin bul kaçak prensesini. Sanki krallık benim krallığım."dedim. Ve onun zıttında bir yere gitmeye başladım. Prensmiş. Kendini beğenmiş, küstah. Markus'un daha alt seviyesi. Markus'u aklına getirme. Buradan çıkınca hiçbiriyle konuşmayacağım. Markus yapsın bakalım iğrenç espirilerini, onu dinleyecek kimse olmayacak. Hepsi kötüymüş onların. Emir bile. Niye beni buraya gönderdiler? Benden kurtulmak mı istiyorlar yoksa? Bu kadar da değil. Abartma Mary. Prens peşimden de gelmiyordu. Ona yardım etmediğim için vicdani bir azap duysam da vicdanımı dinlemedim. Kaybolmak gibi bir derdim yoktu. Nasıl olsa çoktan kaybolmuştum. Ben de bir cadı bulmalıydım. Ona buradan nasıl çıkacağımı sormalıydım. Ormanda ilerlemeye devam ettim. Yarım saat kadar yürüdükten sonra bir kulübe gördüm. Kahverengi duvarları vardı. Beyaz üçgenimsi bir çatısı vardı. Renkli renkli süslemeleri vardı. Belki de cadı bir evde yaşıyordur. Daha da ilerleyince komik bir gerçekle karşılaştım. O kulübe çikolatandı. Çatıda beyaz çikolatadandı. Süslemeler ise şekerlerdi. Bir bu eksikti. Şimdi de Hansel ile Gretel masalındaydım. Kulübeye iyice ilerledim. Hikayeye göre çocuk yiyen bir cadı vardı burada. Kazana atıp pişiren ve yiyen. Ne kadar korkunç bir hikayeymiş meğer. Ben hiç buraya uğramamalıyım. Kendimi kazanda filan bulurum yoksa. Ama sabahtan beri açım ve şuan aklımdan yemek dışında bir şey geçmiyor. Cadı gelmeden biran önce bir şeyler yesem iyi olurdu. Evet bu güzel fikirdi. Hemen kulübenin yanına gittim. Çok lezzetli gözüküyordu. Duvarlarından bir tutam çikolata kopardım. İlk önce küçük bir ısırık aldım. Zehirli olabilirdi. Ama bu hikayede çikolata zehirli olmuyordu. Hikayedeki gibi olmak zorundaydı. Şimdi rahatça yiyebilirdim. Çikolatadan kocaman bir ısırık aldım. Tadı çok güzeldi. Hemen bir tutam daha kopardım. Şekerlemelerden de birkaç tane aldım ve bir yandan da onları yemeye başladım. Camdan içeriye göz attım. İçerisi daha da güzel gözüküyordu. Gofretten bir masa, jelibondan sandalyeler. Rüyada mıyım? Markus'a o kadar da kızmamalıyım bence? Her yer abur cuburla doluydu. Cadı gelmeden içeri de girsem bir şey olmazdı. Direkt kapıdan içeri girdim. Fındıklı çikolatadan duvarları vardı burasının da. Etrafta hayran hayran gezinmeye başladım. Ben en iyisi buradan yiyecek götüreyim. Yolda da bana çok yardımı dokunur hem de. Etrafta bir torba benzeri bir şey aramaya başladım. Mutfağa baktım. Dolapları karıştırdım. Bir tane torba buldum. Bu çok çabuk olmuştu. Hemen etrafta bulduğum abur cuburları içine atmaya başladım. Cadı kesin buraya birinin girdiğini anlayacak. Her yerden parça koparmıştım çünkü. Masanın kenarı yoktu mesela. Etrafta iyice gezindim. Bir oda vardı. Merak işte. Odanın kapısını açtım. Açınca bu kulübeden beni daha da şaşırtacak bir şey gördüm. Bir oda dolusu altın. Gözler bu kadarını bir arada asla görmemişti. Elmaslar, mücevherler her türlü ganimet vardı. Aklıma bir şey takıldı. Ben büyücüyü bulursam bana bedava yardım etmeyecekti. Mutlaka para isteyecekti. Bence buradan bir miktar para alsam sorun olmaz. Hem bu altınlar cadının bile değil. Haksız kazanç bunlar. Bu yüzden almamda sıkıntı olmaz. Torbanın içine ilk önce birkaç elmas koydum. Sonra da biraz altın. Bu kadarı yeter miydi? Kapı açıldı. Eyvah geldi. Hemen koşarak ilerledeki odaya girdim. Ben bittim. Mahvoldum. Kazanda yiyecek bu cadı beni. Oda da saklanacak bir yer aramaya başladım. Hepsi küçüktü bu eşyaların. Yatak küçüktü altına giremezdim. Masa da onun gibiydi asla sığamazdım. Belki perde beni saklar. Perdeye koştum. Perde boydan boyaydı. Hemen arkasına geçtim. Bir yandan da kaçma planımı uygulamaya koyulmalıydım. Olamaz bu odanın kapısı açıldı. Nefesimi tuttum. Ayak sesleri bir yakınlaşıyor bir uzaklaşıyordu. Sonra durdu. Perde dudağıma değiyordu. Dudağımda şekerli bir tat bırakmıştı. Tabi ki perde de şekerdendi. Ayak sesleri uzaklaştı. Kapı kapandı. Güvenemiyordum. Ya oradaysa. Hemen planıma başlamam gerekiyordu. Bu hikayeyi okurken aklıma hep şu şey takılmıştı; Ev çikolatadan değil mi? Evi yiyerek kaçabilirler diye düşünüyordum. Şimdi de haklı mıyım değil miyim bunu göreceğim. Duvardan parçalar koparmaya başladım. Sanırım cadı gitmişti. Kopardığım parçaları yere attım. Daha büyük koparıp onu da yere koydum. Bir delik olmuştu bile. Şimdi de bu deliği büyütmeye çalıştım. Bir iki dakika sonra kocaman olmuştu bile. Dışarısı gözüküyordu. Bir çırpıda dışarı çıktım. Sonunda özgürdüm. Koşmaya başladım. Bu kulübeden mümkün olduğunca uzağa gitmem gerekiyordu. Sık ağaçların arasına daldım. Yeterince koştuktan sonra yavaşladım. Arkama dönüp baktım. Kulübe filan yoktu. Mükemmel şimdi daha da kayboldum. Acaba prense o kadar atar yapmasa mıydım? Ne de olsa buraları biliyordur. Umutsuzca ormanda ilerlemeye devam ettim. Şimdi ne yapmam gerekiyor? Markus beni buradan çıkarana kadar kalacak bir yer bulmalıydım. Prensin dediği o dağ hala karşımdaydı. Belki orada karşılaşırdık. Ya da mağranın birinde kalırdım. Markus'la ilgili görüşüm netleşti; ondan kesinlikle nefret ediyorum. Yaptığı şaka hiç komik değil. Onu kafandan uzaklaştır Mary. Doğanın keyfini çıkar. Kuş cıvıltılarının sesini dinle. Temiz havayı içine çek. Bir çikolata ye. Son düşündüğüm muazzamdı. Hemen torbayı açtım. İçinden bir çikolata aldım. Bir yandan onu yemeye bir yandan da anın tadını çıkarmaya başladım. Bu sefer turistik bir geziymiş gibi etrafı gezmeye başladım. Keşke telefonum olsaydı buraların fotoğraflarını çekerdim sonra da bakıp bakıp gülerdim. Her yeri inceleyerek dağa doğru yol aldım. Üç saat kadar yorucu bir yürüyüşün ardından dağ artık karşımdaydı. Şimdi de buraya tırmanmak vardı. Vakit kaybetmeden cadıyı bulmam gerekiyordu. Bir çıktıntıya tutundum. Ayağımı da birine yerleştirdim. Daha sonra torbayı yukarıdaki bir oyuğa koydum. Bir sonraki çıkıntıya tutundum ve kendimi yukarı çektim. Torbayı alıp daha ileride bir yere koydum. Yine bir kayaya tutunarak kendimi yukarı çektim. On dakika sonra bunu yapmak daha da zorlaşıyordu. Çünkü giderek yükseğe çıkıyordum. Aşağı baktıkça korkuyordum. Ya tutunduğum çıkıntı beni taşımazsa ve düşersem. Bu sefer Markus yoktu. Düşüşüm gerçek olabilirdi. Bir kez daha cesaretle kendimi yukarı çektim. Yukarı baktım. İki metre kadar ileride dağın kenarından dolaşan ince bir yol başlıyordu. Sevindim. Torbayı yine ileri attım. Bu torba yüzünden başıma bir şey gelecek kesin. Başımın ucundaki kayaya tutundum. Ayağıma da bir yere yerleştirmek için aşağı bakınca yükseklikle karşı karşıya kaldım. Sakin ol Mary. Büyük bir ihtimalle Markus seni gülerek izliyordur. Onu güldürme. Nefretle ayağımı kayaya yerleştirdim. Kendimi bir kez daha yukarı çektim. Evet yola gelmiştim artık. Torbayı alıp yola koydum. Yolun üstündeki çıkıntıya tutundum ve ayağımı yola yerleştirdim. Burası çok inceydi. Yol kelimesi buna yakışmazdı. İki ayağım zor sığıyordu. Torbayı ağzıma aldım. Bundan sonra duvara tutunarak yürüyeceğimden torbayı ağzımla taşıyacaktım. Duvara tüm vücudumu yapıştırdım. Milim milim ama hızlı adımlarla ilerledim. Bastığım yerlerden çatlama sesleri gelmesi yüreğimi ağzıma getirdi. Daha çabuk ilerledim. Birkaç dakika da sandığımdan daha çok yol katetmiştim. Aşağıdaki yükseklik bunun kanıtıydı. Rüzgar esti. Dengem bozulmuş gibi hissettim. Rüzgar çoğalmıştı. Yukarıya çıktıkça rüzgar şiddetleniyordu. Yol neyse ki kalınlaşmaya başlamıştı. Son bir gayretle kocaman adımlar atmaya kendimi zorladım. Bir düzlük görünce kalbim sevinçten hızlı hızlı atmaya başladı. Hemen oraya gittim. Düzlüğe geçtim. Burada mağrada vardı. Torbayı elime aldım. Kendimi yere attım. Sonunda kendimi güvende hissediyordum. Düşme korkusu yoktu. Derin nefesler aldım. Gözlerimi kapadım. Birazcık dinlenmeyi hak etmiştim. Uzun süren bir yürüyüş ve ardından bu heyecan dolu tırmanıştan sonra en büyük hakkımdı. Şimdi farkına vardım. Ben susamıştım. Gözlerimi açtım. Yorgunlukla doğruldum. Torbada su yoktu. Burada biraz dinlendikten sonra arardım suyu. Her yerim toz toprak içindeydi. Üstümü silkeledim. On dakika kadar oturduktan sonra harekete geçme zamanı gelmişti. Ayağa kalktım. Biran önce cadıyı bulup buradan gitmeliydim. Mağraya doğru gittim. Karanlık olmasa olmuyor muydu? İçeride ne var gözükmüyor. Ayağımı yere sürterek ilerledim. Bir boşluk var mı diye aldığım önlemdi. İçeriye girdikçe tek gördüğüm karanlık oluyordu. Korkarak ilerledim. Ya ayı varsa, kurt, aslan, kaplan. Geri dönemezdim. Bu mağradan başka gidecek bir yerim yoktu. Ayağım bir taşa takıldı. Eğilip ona dokundum. Küçük ama sivri bir taştı. Bu beni koruyabilirdi. Ya da kendimi koruduğuma inanabilirdim. Taşı aldım. Mağranın duvarlarını yoklayarak ilerliyordum. Duvar bitmişti. Şimdi nerdeydim? Küçük bir ışık bana yeterde artardı bile. Torbadan bir ip kopardım. İlk önce torbanın ağzını bağladım. Sonra da ipi belimden dolandırarak bağladım. Artık elime dolaşacak bir şey yoktu. Şimdi hazırdım.Bir adım daha atınca ayağımın boşluğa gitmesiyle dengem bozuldu ve düştüm. Eğik bir yüzeydi ve hızla aşağı kayıyordum. Kaydırak gibiydi. Çığlığım tabi gecikmedi. Bu bir tuzaktı ve ben de yakalanmıştım. Eğilimli yüzeyin pürüzleri de vardı ve kolumu oraya sürttürmüştüm. Çok acıyordu. Yüzüme çarpan rüzgardan önüme bakamıyordum. Sonunda kaydırak bitti ve havaya fırladım. Düşeceğim yer canımı acıtacaktı. Etrafı net olarak gördüm. Havadaydım ve şimdi de aşağıya doğru düşüyordum. Önüme baktım. Kocaman, dev havuçlar vardı. Hızla onların arasına düştüm. Kesin kemiklerimden biri kırıldı. Mesela sırtımdan biri. Acıyla inledim. Ama bu acı bir kırığın acısı değildi. O elime aldığım sivri taş bacağıma saplanmıştı. Gözlerimden yaşlar geldi. Canım çok yanıyordu. Taşı tuttum. Acı daha yeniyken birden onu çektim. Acıyla bağırdım. Kanıyordu. Ellerimle bastırdım. Yara derindi. Kanlar bacağımdan aşağı süzülmeye başlamıştı. Ellerim kana bulanmıştı. Ben nasıl yürüyeceğim? Buradan kaçmak artık imkansız hale geldi. Kocaman havuçların olduğu bir yerdeydim. Burası da neresiydi? Bu kadar büyük havuçlar nasıl oluyordu? Tabi bir devin mağrasında değilsem. Ne! Ben bir devin mağrasında mıydım? Havuçlara tutunarak ayağa kalktım. Önümdeki havuca
tırmandım. Yukarıdakinin yeşil yaprağına tutundum. Bacağımı havucun gövdesine attım. Artık yukarıdaydım. Etrafa bakındım. Bu imkansızdı. Her şey vardı. Masa, duvar, mutfak, koltuk ama hepsi devdi. Ya da ben küçülmüşümdür olamaz mı? Ne olduysa oldu buradan çıkmalıyım. Küçük olmakta çok eğlenceli. Etrafa göz gezdirdim. Çok ileride bir fare deliği gördüm. Benim boyutlarımdaydı. Oraya ulaşırsam...İçeride ayak sesleri yankılandı. Resmen kulaklarım zonkladı. Dev geliyor olmalıydı. Havuçtan aşağı kaydım. İçlerine girdim. Vücudum havuçlara oranla çok küçük olduğu için aralarından en dibe düşebilirdim. Bu yüzden sağlam olduğunu düşündüğüm bir havucun üstüne bastım. Yukarıda kalan havucun köklerine tutundum. O aralara düşmemem gerek. Çıkmak zaman alabilirdi. Ayak sesleri daha da yaklaşıyordu. Her yer inliyordu. Daha yakına gelmeye başladıkça sesin şiddetinden havuçlar kaymaya başladı. Bu alanda deprem olmaya başlamıştı bile. Ayağımın altındaki havuç kayınca ani bir refleksle yukarıdaki havucun köküne sarıldım. Köküne sarıldığım havuçta kaymaya başlamıştı. Lütfen altında kalmayayım. Eğer kalacaksam da bir yerim kırılmasın. Tutunduğum havucun kökü yukarıya doğru çıkıyordu. Daha da yukarı. Sonra ben de yukarıya doğru yükselmeye başladım. Bizim aşağıya doğru gitmemiz gerekmiyor muydu? Ne olduğuna bakmak için kafamı uzattım. Korkudan kalbim ağzıma geldi. Havucu bir el tutuyordu. Dev bir el. Bu sefer çığlık yok Mary. Yerden daha da yükseldim. Ayaklarım bir şeye temas etmiyordu. Havada asılı kalmıştım. Köklere iyice yapıştım. Mesafe çok yüksekti. Atlayamazdım. Bir sağa bir sola savruluyordum. Ellerim yavaş yavaş kaymaya başlamıştı. Kökün daha ilerisine tutundum. Kökün aşağı sarkan tarafını da bacaklarımın arasına sıkıştırdım. Bacağım şiddetlice sızladı. Bu sefer daha yukarıya doğru sallandım. Sonra sert bir zemine sırtım çarptı. Başka bir hareketlenme olmayınca etrafa bakındım. Masadaydım. Yemek masası değil miydi? Kafamı hafifçe uzaratak devi aradım. Yüzünü bile görmemiştim. Filmlerdeki gibi çirkin ve korkunçlar mıydı yoksa tatlı ve cana yakınlar mıydı? Ayak sesleri uzaklaşıyordu. Tutunduğum kökleri serbest bıraktım. Doğruldum. Etrafta dev yoktu. Devin iyi ya da kötü olduğunu bilemiyordum ama işimi garantiye almalıydım. Devler genelde etçil oluyorlardı çünkü. Ayağa kalktım. Sonu olmayan bir masaydı sanki. Yanımdaki kocaman tencere beni ürküttü. Ve onun yanındaki benim beş katım kadar olan ve çok keskin gözüken bıçak rengimin atmasına sebep oldu. Masada topallayarak yürümeye başladım. Yerden çok yüksekteydim. Asla aşağıya atlayamazdım. Bir plan yapmam gerekiyordu. İlerideki ikiye bölünmüş pırasalar bana bir fikir verdi. Hemen onun yanına topallayarak gittim. Aralarından en uzun olanı seçtim. Şimdi bunu masanın kenarındaki sandalyeye kadar taşımam gerekiyordu. Pırasanın arkasına geçtim. Bütün gücümle itmeye başladım. Çok ağırdı. Sağ bacağımdaki acı da beni oldukça yavaşlatıyordu. En azından ilerleme katediyordum. Bir gün pırasayla cebelleşeceğim hiç aklıma gelmezdi. Markus bunu fena ödeyecek. İtmeye devam ettim. Nefes nefese kalınca oturup dinlendim. Kollarımda derman kalmamıştı. Çok yoruldum. Ve çok susadım. Bir iki dakika dinlenince tekrar ayağa kalktım. Dev bir an önce buraya gelecektir. Neyseki sandalyeye az kalmıştı. Sandalyeye kadar ittim. Bitmiş haldeydim artık. Sandalye karşımdaydı. Pırasayı masanın kenarına ittim. Sonra da sandaleyenin üstüne düşürdüm. Şimdi yapmam gereken ise sandalyeye atlamaktı. Bu bölümü hiç düşünmemiştim. Çok mu yüksekti?
Arkadaşlar bu kez geç yayınladığımın farkındayım, bunun cezası olarakta iki bölüm birden yayınlıyorum. Umarım beğenirsiniz. :)

BLOODY MARY 2Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin