16. Bölüm

29 4 3
                                    

Hulusi

"Bir, iki... Bir ve iki!" Tahta kaşığı tencereden çıkarıp, üzerinde kalmış sıvıyı yere damlatmamaya çalışarak etrafımda döndüm. Yemek yaparken ritim tutmayı seviyordum. "Bir sana, iki sana! Bir sana, iki sana, Hikmet!"

Karşımdaydı işte. Güzeller güzeli Cemile... Fındığın kabuğunu andıran bir renkteydi saçları. Kuaför de bu rengi asla tutturamazlardı. Kesinlikle tekti. Hafif çıkık elmacık kemikleri, makyaja ihtiyaç duymuyordu. Mükemmel derece de dolgun dudaklarıysa ruja ihtiyaç duymayacak kadar pembeydi. Gözleri... Onları tarif edecek kelimem var mıydı bilemiyordum. Bana öfkeyle bakmasalar daha güzel kelimeler sarf edebilirdim belki ama hayır, o kahverengi gözler bana hep öfkeyle bakıyordu.

"Özür dilerim... Ne yaptığımı söylesen, düzelteceğim. Söz." Nemrut suratıyla aynı şekilde dikilmeye devam ediyordu. Her zamanki döngü gereği yüzümü şımarık çocuklar gibi buruşturdum ve tekrar çorbamı karıştırmaya başladım. Sare'nin çorbası gibi olmasa da idare edeceğini umuyordum. En çok yemeklerini özlemiştim sanırım.

"Yemekler mi? Sen doğru düzgün yemezsin bile!" Ürkerek arkamı döndüm, işte oradaydı. Bir yıl önce öldürdüğüm adamdı bu. "Ne oldu, şaşırdın mı?"

"Hayır..." diye fısıldadım. Korkmuyordum, sadece onu yeniden öldürmek zorunda kalmak istemiyordum. Başımdaki siluetleri kovalamaya çalışarak çorbayı ateşin üzerinden alıp, ocağı kapadım. Ellerimi yıkadım ve ceketimi alıp, ücra köşedeki evimden çıktım. Sare'yi takip etmeliydim. Ne işler karıştırdığını bilmeli ve ona göre hareket etmeliydim.

"Ah, ne güzel çiçekler böyle!" Toprak yolun iki kenarı da çiçeklerle doluydu. En çok lale çeşitleri vardı. Bilerek lale dikmiştim en çok. Sare'nin en sevdiğiydi. Asil olduklarını, zarifliklerini sevdiğini söylerdi. Ben hiç sevememiştim, karanfil severdim ben. Kan rengi bir karanfil.

Yanımda benimle birlikte yürüyen çocuğa diktim gözlerimi. Peşimden gelmese olmazdı! O elâ gözlerini yerlerinden sökmek istiyordum.

"Cani köpek..." Her seferinde de bunları söylemese olmazdı zaten. Artık benim lakabım buydu sanırım. En azından katil demiyordu. Bu da bir şeydir, değil mi?

"Efendim?" dedim tatlılıkla. Kısa bacaklarıyla benim hızıma yetişmeye çalışması komikti.

"Cani köpek..." Keşke başka bir şey deseydi. En azından bu yolculuk sıkıcılıktan çıkabilirdi. Bir an da kızın kucağın da beliren bebek bu isteğimi geri almamı istememe sebep olmuştu. Hangi bebekti o?

"Cani köpek..." Fatih miydi?

"Cani köpek..." Acımasızca sarf ettiği bu sözler gözlerimin dolmasına sebep olmuştu.

"Cani köpek!" Sol tarafımdan gelen sesle yerimde zıpladım. Bu sefer ki benim boylarım da bir bayandan gelmişti. Mavi gözlerinden yaşlar dur durak bilmeksizin akıyordu. Çağlayan gibiydi, durmuyordu. Susmuyordu. İğrençti. Neydi adı?

"Adın gibisin, Deniz." Yaptığım espriyi koyu bir kahkaha koyuverdim. Ne espriydi ama! "Hadi, hep beraber yürüyelim o halde."

"Cani köpek..."

"Cani köpek..."

"Cani köpek..."

"E ama başka bir şey konuşsak, kuzularım?" diye söylendim. Her seferinde bunu yapmalarından nefret ediyordum. Önümüzden ilerleyen Cemile'ye gözüm takılmıştı şimdi de. Neden beni beklemiyordu hiçbir zaman? "Cemile?"

"Cani köpek..." Cemile de mi beni artık böyle çağıracaktı.

"Ama Cemile-"

"Hikmet bekler." İki kelime. İki kelime sinirlerimi beynime sıçratmaya yetiyordu. Hikmet. Hikmet. Hikmet. Hikmet. Hep Hikmet! Hep o! O sevilir, ona üzülünür, o bağışlanır, o kucaklanır! Hulusi, üzülür! Hulusi hep üzülür. Çünkü Hulusi kötüdür.

Pamuktan TaşHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin