Hayattım ben, binlerce yaşamdım. Göğün öfkeli olduğu zamanlarda yeryüzüne indirdiği yüzlerce yağmur damlasından biriydim. Yağmuru özümseyen topraktım. Topraktan beslenen o görkemli çınardım. Baltalanan gövdemi umursamadan başımı son ana kadar dik tutardım. Sonra kırılmışlıklarımı, derinden yakarmalarımı Tanrıya anlatırdım. Affetmesin isterdim. Beni bulunduğum ihtişamlı tahtımdan kimsenin dikkatini çekmeyen, ömrünün sonuna yaklaşmakta olan sahafçının elinden bir türlü çıkaramadığı o yırtık kapaklı eski kitaba dönüştürenleri affetmesin isterdim. Öfkelenirdim, sinirimde üç kuruşluk ruhumdan aldıkları ile dövünürdüm. Sonra tekrar dönüşürdüm. O kitabın içindeki altı gözyaşlarıyla çizilen cümle olurdum: Kimsenin cesaret edip kalemle çizemediği ve onlarca yüreğin bırakıldığı son kelime. Sayfalarca süren uzun bir serüveni ardı arkası gelmeyecek şekilde bitiren noktada terk edilirdim. Üzerime kapanan kapağa, kapılara, beni terk edenlere rağmen ölmezdim. Çünkü yaşamdan nasibini almayan hiçbir şey ölmezdi.
Yaşamadan ölünmezdi.
Ben hiç yaşamamıştım.
Bu yüzden ölmeye hakkım yoktu. İnsanlara yaşamı sunmuş benliğim yaşamayı unutmuştu. Yine de ölüme karşı her an atmaya çalışan zayıf kalbimin etrafındaki damarlarda saçak saçak büyüyen yaşamlarım vardı. Hepsi sahip olamadıklarımdan ortaya çıkmıştı. Hepsi kibrime bulanıp küçülmüştü. Teker teker ölüme dönüşmüştü. Bana bir kez ölme hakkı vermişti. Onca yaşama bir ölüm yeter miydi? Kimin acınası ruhu Tanrıya bir kez yükselmeyi hak ederdi?
Varlığına ölümden başka hak tanınmamışlar için en kutsal şey ölümün kendisiydi.
Ölümü anlatmak isterdim. Ölümün yakıcı soğuğunu ve dondurucu acısını dile dökmek isterdim. Adını düşünür düşünmez dilim kesilirdi. Satırlar onu anlatmam için kelimelerini harf harf elime tutuştururdu ama avuçlarımın kan revan hâli buna her daim engel olurdu. Bulanıklaşırdı harfler, sesim kısılırdı. Başka seslere yönelmeme neden olurdu bu çoğu zaman. Kendi yaşamımı başkalarının ölümünde aramama yol açardı. Bağırsam da çıkmayacak olan sesimi bana sonsuz bir yabancılıkta olanlar için harcama isteği yaratırdı. Nefesimi keserdi. Acı, zamanı ve mekanı aşardı sonra. Boyutlar atlar, yazdıklarıma karışırdı. Gerçeklerle bir olup ağzımdan damla damla avuçlarıma akardı. Derimin altına koyu bir kan lekesi olarak işler ve yine bana dönmenin bir yolunu bulurdu. İsmimi unuttururdu. Cehennem olduğumu söylerdi bana. İçime cehennemi aratmayan bir çukur açar, ateşini ben dolu pişmanlıklarla yakardı. Beni yakardı.
Beni yakmıştı.
Beni tekrar tekrar yakmıştı.
Geride bir şey kalmadığında Tanrı beni küllerimden kavramıştı. Bir yaşam daha bırakmıştı yaşamak istemeyen ruhuma. Beni dinlemeden yine istediğini yapmıştı. Ölümü istediğim için beni hayatla cezalandırmıştı.
"Tanrı'ya inanıyor musun?" diye sordum sessizce. Dudaklarımın arasından yokluğa karışan yoğun dumanlar aldığım nefesi yaktı. Şakağımdan aşağı akan kanı tam olarak göremiyor olmama karşın acısını derinden hissediyordum. Üşümekten buz tutan uzuvlarım yavaş yavaş içinde bulunduğum zamanı terk ediyordu. Ölüme karışıyor, onun bir uzvu oluyordu. Betondan yayılan soğuk iğneler vücudumu sızlatıyordu. Başım sorulardan zamanın etkisiyle ağırlaşıyordu. Anlamıyordu, çocuk ruhum şeker tutması gereken ellerimin kalbimin parçalarını tuttuğunu idrak edemiyordu. Sorum hemen cevap bulmadı, zamanla yoğruldu, zamanda kayboldu. Cam kırıklarından parçalanmış avuçlarına döndü kara bakışları. Avuçlarına inançlar doldu, yüreğinden inançsızlıklar doğruldu. Usul usul bekledi, ruhunun cevabını dinledi. Sessizlikte kurban etti birkaç saniyeyi. Hemen sonra kızaran burnunun ucu aldığı nefesle hareketlendi.
"Terk edildiğimiz fikri korkunç değil mi?" dedi sonunda. Yüreğinin inanmadığını bile bile yalan söyledi bana. O acımasız soğuğun altında, üstümüz başımız perişan hâldeyken, kalp atışlarımızı duyabileceğimiz kadar birbirimize yakınken bile yalan söyledi. Kan revan içinde kalan ruhlarımıza eşlik eden bedenimizi bir kez daha görmezden geldi. "Yapayalnız olduğumuz ya da bundan sonrasının olmadığı fikri?" Gözleri sonunda beni bulduğunda yağmur çiselemeye başlamıştı. İnançsızlığım beni ölümün kör kuytusunda yakalamıştı. Sıkı sıkıya kapattım gözlerimi beni yansıtan koyu kahve aynaları görmemek için. Başımı göğe kaldırdım, yukarılarda bir yerde bir Tanrı varsa ona başkaldırdım. Bana bahşedilen acılar ve o acıları taşıyamayacak dar omuzlar için bunu yaptım. Yağmur kirpiklerimde dans ederken ben kendimi öfkeme bırakmıştım.
"Tüm bunları Tanrı'nın yapıyor olması daha korkunç değil mi?" Gök gürüldedi. Tanrı üzerime usul usul yağarken yalnızca ben ıslandım. O gün yalnızca ben ağladım, ben terk edildim. Arkada bırakılan hep bendim. Yağan damlalar yalnızlığımdan faydalanıp yeşertti zihnimdeki kargaşayı. Yaşadıklarıma rağmen kimseyi yenemedim ya da terk edemedim. Kaybettim o gün, tekrar tekrar kaybettim. Cehennem ateşleri sararken çevremi ben yine defalarca aynı şeytana yenildim. Aynı günahlarda tökezledim.
Hiçbir yürekte affedilmedim ama af da dilenmedim.
Af dilemeyen yürekleri affeden hiçbir Tanrı göremedim.
O günden sonra kesilen her bir parçamın acısını içime sakladım, kalbimden aklıma her ay bir cenaze kaldırdım. Kimseyi çağırmadım. Ağladım, ağladım ve ağladım. Ama hiçbir zaman durmadım. Geride bırakılmışlığın acısını öyle kolay kolay unutamadım. Soğuk yüzünden titreyen bedenim histerik bir şekilde sarsılmaya başladı her yağmurda o kaldırım taşındaymışçasına. Hiçbirinde gözlerimi açmadım. Hiçbirinde arkamda kalan eve girmedim, yağmuru terk etmedim. Boyun eğmedim. Tam aksine soğuğu özümsemek için kaldırım taşına uzandım. Dakikalarca, saatlerce durdum. Birini bekledim, içten içe herhangi birinin gelip beni bu azaptan kurtarmasını istedim. Dileklerimle tükettim geceleri. Dualarımla yok ettim geleceğimi. Tanrının beni duymadığını, dualarımı dinlemediğini düşündüm. Sonra tam da düşündüğüm gibi bir tün vakti yapayalnız öldüm.
Yaşım ondu. Gözlerim yerde, etrafımı görüyordum. Yaşım on ikiydi. Boğazım kesik, cayır cayır yakılıyordum. Yaşım on dörttü, zorla susturuluyordum. Yaşım on beşti, Kurtulacağıma olan inancımı Tanrının kollarına bırakıyordum. Ölümü arıyordum.
Başımı çeviriyor ve tanık kürsüsüne bakıyordum. Yüzümü yansıtan bir aynada söylediğim yalanlardan bir ilmek dolanmıştı boğazıma. Beni öldürüyorlardı, gözlerinde acıma yoktu.
Katili haklı buluyorlardı, çünkü ellerinde kan yoktu.
Bütün kan cesedimin üzerindeydi.
İz yoksa suç yoktu.
Nasıl öldüğümü görmüşler ama onlara söylememişlerdi. Beni değil, cesedimi saklamışlardı.
Bir geceyarısı şenliğinde en güzel elbiseme kanım bulaşırken ruhumun başında benim için Tanrıya yakarmışlardı.
•••
Herkese merhaba. Prologlar genel olarak önsöz ya da karakter tanıtımı olarak kullanılır ancak ben bu kısmı ana karakterin düşüncelerini geçmiş bir anısı ile birleştirerek yapmak istedim. Çünkü düşünce yapısıyla birlikte hayatını da yansıtacağını düşündüm. Umarım beğenmişsinizdir. Lütfen beğendiyseniz oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın. Destekleriniz sandığınızdan daha değerli.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
ESARET| ÇÖKÜŞ
Teen FictionGeçmişin aralı kapıları ardında yaşayan Merza, bir gece körpe geleceğini değiştirmek adına evinden dışarı adım atmaya karar verir. Atılan bir adım her şeyi ne kadar değiştirebilir? Abisinin sır dolu suçları, geleceğin anahtarı ve ona malvarlığını v...