Sağanak yağmur hiç acımadan herkesi sırılsıklam ederken can sıkıntısıyla ayakkabılarımı nemli toprağa sürtüyorum. İnsanlar deliler gibi kaçacak köşe bucak arıyor; küçük çocukların neşe dolu çığlıkları, kalabalığın gürültüsü ve rüzgarın uğultusu birbirine giriyor.
Ben ıslanmıyorum çünkü kurulan ve henüz rüzgar tarafından uçurulmamış bir çardağın altına gizlenmiş vaziyetteyim. Gözümü açtığımdan beri sıkıntılı olduğuna emin olduğum bugünün, mahvolan bir düğünle taçlandırılmış olması ne var ki bana şaşkınlık vermiyor. Aksine bütün bu kaosu, beklendik bir şeyin gerçekleşmiş olmasının verdiği bencil bir hazla seyrediyorum.
Yerimden kımıldamak için hiçbir çaba sarf etmeyip gürleyen göğe, içimdeki sıkıntıyı ben de böyle gümbürtülü bir şekilde dışarı vuramadığım için imrenerek bakıyorum. Oysa çatlayacağım; göğsüm yarılacak ve bütün insanlık aleminin daha önce hiç duymadığı kadar büyük bir gümbürtü, neredeyse göğü çatlatacak, serbest kalacakmış gibi. Ne var ki kaburgalarım durgunlukta ısrarcı. Ciğerlerimden sönük bir nefes, sıkıntıyla dudaklarımın arasından halsizce kaçıveriyor. İçimdeki basınç azalacağına artmış gibi hissediyorum.
Yağmurun altında birkaç küçük çocuğun pervasızca, neşeli kahkahalarını inleterek ıslandığını fark ediyorum. Bir tanesini annesi olduğunu tahmin ettiğim bir kadın kolundan kaptığı gibi götürüyor. Zavallı çocuk yüzünde yarım kalmış eğlencesinin yasıyla sürükleniveriyor gözlerimin önünden.
Ellerim ceplerimde beni buradan sürükleyecek olayı ya da kişiyi bekliyorum. Birisi seslense ve beni gerçek dünyanın o yapmacık kaosunun içine çekse; yeniden sesler ve renkler normale dönse... Kendi bedenimin içindeki sıkıntıdan ibaretmişim gibi hissetmeyi bırakabileceğim belki. Ya da, elbette, öyleymiş gibi davranacağım en azından.
Bakışlarım koşuşturan kalabalığın içinde aniden sabit kalan bir nesneye, daha doğrusu bir insana takılıyor. Üzerime sabitlediği bakışları, hafifçe aralık dudaklarıyla orada öylece durmama bir anlam vermeye çalışıyor, koşan onca insanın arasında duran tek kişi olmam ilgisini çekiyor, aynı onun için bana olduğu gibi.
Saniyeler arasında onu çekiştiren insanlara hafifçe başıyla onay veriyor. Bir iki adım atıp bakışlarını tekrar bana çeviriyor, kalamayacağını anlayınca adımlarını hızlandırarak dünya telaşının içine karışıveriyor. Üç beş saniye sonra yüzünü bile hatırlayamayacağım ama içimde biraz daha kalması için ve bu anlamsız, gereksiz bakışmayı daha fazla paylaşmak için bir nebze istek duyuyorum. Göğsümdeki sıkıntıyı hissetmediğim saliseler bu kızın beni fark etmesine denk geldiğinde olsa gerek biraz daha kalsa o rahatlığın tadını çıkarabileceğimi umuyorum sanki. Oysa uzayan anlar durumu sıradanlaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktı, bunu çok iyi biliyorum.
"Asım!"
Sonunda beklediğim çağrıya kavuşunca birkaç metre ötemde, yüzünde dünya yansa umurunda olmayacak gibi geniş bir sırıtışla duran Emir'e bakıp gülümsüyorum.
"N'apıyorsun oğlum orada deliler gibi tek başına, gelsene."
Cevap vermek yerine hafifçe omuz silkiyorum, yalnızca kendimin bileceği kadar hafif. Bu cümleye bir cevabım olmadığını kabullenir gibi. Hızla beni koruyan kısmın altından çıkıp Emir'in şemsiyesinin altına saklanıyorum.
Yüzümdeki yağmur damlalarını ceketimin koluyla silerken "Mahvoldu her şey ya." diyerek beklenen bir tepki veriyorum. Böyle sıradan, durum belirten cümlelerin her şeyi ne kadar kolaylaştırdığını görmek şaşırtıcı.
Emir bu cümleme karşı küçük bir kahkaha atıyor. "Kır düğünü de bu kadar olur işte kardeşim."
Yan yana hızla yürümeye başlayınca "Sen niye bu kadar zevk aldın bu olaydan?" diye soruyorum, az önce cennetle müjdelenmiş gibi sırıtıp duran arkadaşıma. Sinir bozucu olduğu kadar insanı rahatlatan bir etkisi de var bu neşesinin.
"Kır düğünlerinden nefret ederim." diyor parlak bir gülüşle. Bir yandan arabaya varmış olduğumuz için şemsiyesini alarak şoför koltuğunun olduğu tarafa geçiyor. Beni yağmurun altında bırakmış olması pek de umurunda olmuyor o an. Bu çocuğun hiç adam olmayacağını bilerek başımı iki yana sallamakla yetiniyorum.
Ön koltuğa çoktan birinin kurulduğunu fark ederek hiç hoşlanmasam da arka koltuğa geçiyorum. Başkalarının da bizimle gelmemesini umarak öndeki Uras'ın omzuna vuruyorum selam maiyetinde. Kurulmuş bir saat gibi duymayı beklediğim cümleyi kuruyor arkadaşım da. "Her şey mahvoldu."
Göremeyeceğini bilsem de ağır ağır başımı sallayarak derin bir nefes koyuveriyorum. Başıma giren ani ağrı her şeyin beklediğimden daha da kötüye gidebileceğini gösteren bir işaret gibi zihnime çiviler çakıp duruyor. Arkama yaslanıp gözlerimi kapatırken Emir'in niçin hala arabaya binmediğini düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Dışarıda biriyle konuşan sesini fark etmemle arabanın kapısının açılması bir oluyor. Yoğun bir parfüm ve kozmetik kokusuyla birlikte yanıma ince bir beden sığışıyor. Hemen ardından bir tanesi daha.
Yanıma oturan kızın kıkırtısı varlığından daha çok baskı yapıyor zihnime. Kapıya iyice yanaşarak sesinden ve vücudundan sakınmaya çalışıyorum. Ah be Emir! İki kız görünce hiç dayanamazsın.
Bu sırada arabaya binen Emir, nasıl oluyorsa daha da mutlulukla sırıtarak bize bakıyor. "Beyler," diyor pür neşe. "Kızların arabasında bir problem varmış. Gidecekleri yere kadar bırakalım dedik."
Bu cümledeki çoğul özne Emir'i ve bencil, olmayan beynini kapsıyor. Ne beni ne de aslında hiç şikayetçi olmayan Uras'ı değil.
Sessizce bu durumu kabullenerek gözlerimi tekrar kapıyorum. Yanımda oturan kızın hiç durmak bilmeyen kıkırtısı ve üzerinden çağlayan yaşam enerjisi kapalı göz kapaklarımın içerisinden geçerek zihnime nüfuz ediyor sanki. Başımdaki ağrı her saniye yeni bir çivi çakıyor desem de bu tanımın ağrıyı yansıtmadığına yüzde yüz eminim. Kafanızın yarısının çürükle kaplı olduğunu düşünün, birisi o çürüğe hiç alışamadığınız ve her saniye daha da ezici hale gelen bir baskı yapıyor gibi. Bu hal bütün gücünüzü sinsice çekerek sizi halsiz ve de tamamen güçsüz bir şekilde bırakıyor. İnsanlar, ışık ve sesler çekilmez birer işkenceye dönüşüyor.
Ağrı hakkında düşünmek onu daha kötü bir hale getiriyormuş gibi acım artıyor. Sıkıntıyla yüzümü buruşturup ılık bir duşun ve yumuşak yatağımın hayaliyle sızlanıyorum. Yanımda oturan bu kızla bu bütün yolu çekemeyeceğimi fark edince bu işten kurtulmaya karar veriyorum. Telefonumdan saate bir göz atıp "Emir." diyorum, sözünü böldüğüme aldırmadan.
Emir gözlerini yoldan ayıramadığından bana kısacık bir bakış atıyor. "Buyur kardeşim?"
"Beni müsait bir yerde indirsene. Ufak bir işim çıktı. Akşam yine katılırım size."
Buradaki "size" lafını kızları kapsamadığına dair bir ima yapmak istiyorum ama tek yapabildiğim Emir'in ne demek istediğimi anlamasını ummak. Beni burada sıkış tıkış bıraktığı için akşama yiyeceği azardan haberdar olması yetmiyor elbette.
"Biz bıraksaydık seni..." diye cılız bir öneri yapıyor arkadaşım.
"Yok, sağolasın. Sizi yolunuzdan alıkoymayayım."
"Peki." derken sondaki harfi uzatıyor Emir. Bir yandan da yavaşlayarak beni müsait bir yerde indirmeye hazırlanıyor. Bu durumdan ve benim şikayetçi bakışlarımdan uzaklaştığına memnun olmadığını söylemek yalan olur.
Duran arabayla birlikte kapıyı açıyorum. Emir'e ve Uras'a küçük bir baş selamı verdikten sonra ilk defa yanımdaki kıkırtı duvarına doğru dönüyorum. "Hanımlar..." derken kendi sesimin kontrolünü kaybetmiş oluşum en çok beni şaşırtıyor. Yanımdaki kızın verdiği rahatsızlığı aşabilsem karşımda kimi bulacağımı görmek anın şokuyla beynimi donduruyor adeta.
Arabanın diğer ucunda oturan kız, yağmurun altında benimle o garip bakışmayı paylaşan kızla aynı kişi. Aynı keskin yüz hatları, neredeyse huysuzluk olarak tanımlanabilecek bir ifadeyi süsleyen hafifçe pembeye boyalı kalın dudaklar, bu mesafeden ne renk oldukları inkar edilemeyecek kadar belirgin olan yeşil gözler.
Yüzünde dünyanın en durgun ifadesi. Lakin boş değil, sadece sessizliğin tamamladığı bir sakinlik. Yahut tenezzül etmeme. Bu kadar kısa süre içinde daha fazlasını tahlil etme fırsatı bulamadan arabadan inmek zorunda kalıyorum.
Bir kere daha aynı kız, engel olunamaz bir süratle benden uzaklaşırken bu sefer ilkinde olduğundan daha çok canım sıkılıyor. Arabadan inmeseydim de bir şeyin değişeceğini düşünmüyorum, ne var ki sürekli böyle uzaklaşıyor olması belki de canımı sıkan. Birkaç dakikayı birlikte geçirsek, birkaç cümle sarf etsek birbirimizde aradığımız hiçbir şey olmadığını fark edeceğiz. Arayış içinde olduğumdan da değil ya.
Bu ilginç tesadüfün, garip hissi zihnimi bölen ağrı seansıyla aklımın içinden çıkıp gidiyor. Onun yerine yağmurun altında, evimden bir hayli uzakta olduğumu fark ederek sıkıntıyla iç çekiyorum. Adımlarımı hızlandırıp en yakın otobüs durağına doğru yol alırken, en azından bildiğim bir yerde olmanın verdiği rahatlığı yaşıyorum. Bir an önce evime varıp bu ağrıdan kurtulmalı ve akşama Emir'i öldürmek için hazırlık yapmalıyım.
***
Gözlerimi açıp gerinerek yatakta sırt üstü dönüyorum. Beyaz tavanıma bakarken ağrının geçtiğini fark ederek kendi kendime gülümsüyorum. Zira ılık bir duş, esaslı bir ağrı kesici ve uzun bir uykunun bile geçiremediği ağrıların felaketini sadece yaşayan insanlar bilir.
Aslında tembellik yaparak bütün akşamı yatakta ve bir şeyler izleyerek geçirme düşüncesi cazip gelse de dışarı çıkmanın daha hayrıma olacağını düşünerek kendimi zorluyorum. On dakika içinde evden çıkmış, yarım saat içinde mekana varmış bulunuyorum.
Emir'i fark ettiğimde yanında sadece bizim çocukların olduğunu görerek hem küçük bir hayal kırıklığı hem de büyük bir rahatlama yaşıyorum. Ne zannediyorum ki sanki, hayatın dönüp dolaşıp aynı kızı sürekli karşıma çıkaracağını mı? Görmek bile istemediğim, üzerinde bir daha düşünmeye zahmet etmeyeceğim bir kızı...
Çocuklara selam verirken Emir'in yanındaki sandalyeye kuruluyorum. Kendime bir çay ısmarladıktan sonra "Oğlum," diyorum, sabahki öfkemin yerinde yeller esiyor olsa da. "İki kız görünce hiç dayanamıyorsun değil mi?"
Adamın suratına inceden, sulu bir sırıtış yayılıyor. "Bak Uras'ın başı bağlandı zaten, biz de nasiplenmeyelim mi kardeşim?"
Gözlerimi o aptal sırıtışının üstüne devirmek ve dişlerinin kırılma sesini zevkle dinlemek istiyorum ama sadece başımı iki yana sallamakla yetiniyorum. Emir'le arkadaş olunca bu hareketi sık sık tekrarlamak ve hatta alışkanlık haline getirmek zorunda kalıyor insan.
"Ve tahmin et ne oldu?"
Tahmin etmek istemiyorum, bu mevzu hakkında daha fazla konuşmak istemiyorum. Şimdiden buraya gelmemin bir hata olduğunun bir hayli farkındayım. Evimde kalıp bu aptal, sıkıntılı günün bitmesini beklemeliydim. İnsanın bazı günlerde hiçbir şeye tahammülü olmuyor; kendine bile ancak terk edip gidemediği için katlanabiliyor ya, işte o günlerden biri bu da. İçimdeki sıkıntı ne hafifliyor ne geçiyor. Bazı anlar varlığını hissettirmeyip sonra daha yoğun bir taarruz ediyor sadece.
"Ne oldu?" diyorum, sesimdeki bıkkınlık Emir'e en ufak bir etki etmezken.
"Emel bizi doğum gününe çağırdı."
Karşımda arkadaşım madalya bekleyen bir savaş kahramanı gibi ışıltılı gözlerle bana bakarken hiçbir şey ifade etmeyen bu davet karşısında boş boş bakmaya devam edebiliyorum sadece. "Bizi derken, seni yani. Benim pek alakadar olmadığım ortadaydı."
Aslında Emel'in hangisi olduğunu sormak istiyorum ama buna tenezzül edip Emir'in diline düşmektense sonsuza kadar bu merak içinde kalmayı tercih ederim.
"Hayır elbette. Çok nazik bir hanımefendi olan Emel seninle pek tanışamadığı için üzüldüğünü ve özellikle orada görmek istediğini söyledi."
"Ki göremeyecek."
İtirazıma karşı Emir elini omzuma atıp sıkıyor. "Hayır, kardeşim." diyor, tekrar. Sesi küçük bir çocuğu ikna etmek ister gibi sakin ve sabırlı. "Görecek. Çünkü sen o aptal kafanı da alıp benimle birlikte oraya geleceksin ve biz o kızlarla görüşeceğiz."
"Bunu bana ne yaptıracak?"
"Tabii ki bana karşı duyduğun derin bağlılık ve kardeşlik sevgisi."
Omzumu silkip elinin kıskacından kurtulurken sabır ister gibi göz deviriyorum gene. Nedense içimden bir ses her zaman olduğu gibi Emir'in beni olmadık yerlere sürükleyeceğini ve bunun sonucunda -her zaman olduğu gibi- oldukça pişman olacağımı fısıldıyor.
Arkadaşıma cevap vermek yerine önüme gelen sıcak çaydan bir yudum alarak ısınan boğazıma ve mideme yayılmasının tadını çıkarıyorum bir süre. Bütün günün sonunda ilk defa göğsümün bir nebze yumuşadığını hissediyorum. Sebebinin ne olduğunu bilmiyorum ama araştıracak da değilim. Emir'in oldukça gürültülü ve heyecanlı bir şekilde başlattığı sohbeti dinlemeye başlayınca istemsiz bir gülüş sonunda dudaklarıma yayılıyor. Arkama yaslanıp sonunda geri gelen renklerin, seslerin ve kaosun varlığına kendimi teslim ediyorum.
****
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kayıp Şarkı
RomanceASIM KARASOY Arabanın diğer ucunda oturan kız, yağmurun altında benimle o garip bakışmayı paylaşan kızla aynı kişi. Aynı keskin yüz hatları, neredeyse huysuzluk olarak tanımlanabilecek bir ifadeyi süsleyen hafifçe pembeye boyalı kalın dudaklar, bu m...