Büyük alışveriş merkezinin kapısından geçerken sıradan güvenlik önlemlerini sıkıntıyla aşıyorum. Bir an önce Eflâl'e ulaşmamı engelleyen ne varsa hepsini sıkıntıyla karşılıyorum aslında. Adımlarım yetersiz, insanlar sinir bozucu bir şekilde uyuşuk.
Sonunda iki kat aşağıdaki buz pistine geldiğimde vuslatın ağırlığı ciğerlerime çoktan işlemiş bir halde. İçerisi düşündüğümden daha kalabalık ve daha soğuk. Bir yandan ceketimin fermuarını çekerken diğer yandan kayanların arasından Eflâl'i bulmaya çalışıyorum.
Çok fazla aramama gerek kalmıyor zira üzerinde bir projektör tutuyor olsalar ancak bu kadar belirgin olabilir benim için. İnsana karşısındaki hakkında böylesine bir farkındalık veren şey yaratılıştan gelen bir mucize mi yoksa sadece hormonların aptal bir oyunu mu? Üzerinde düşünmeye bile değmeyeceğini fark ediyorum. İnsan mutluluğunun kaynağını çok sorgulama ihtiyacı hissetmiyor nihayetinde.
Eflâl masallardan fırlamış bir peri kızı gibi, hırçın ve asık suratlı bir tane, tüm dikkatiyle etrafındakileri unutmuş gibi zarif hareketler eşliğinde kayıyor. Sanki buzun üstüne doğmuş gibi doğal ve kendinden emin. O farkında değilken böyle onu izleyebilmek öyle güzel bir his ki sonsuza değin böyle kalabileceğimi hissediyorum. Kalabilirdim, eğer ona kavuşma düşüncesi bile böylesine insanın kaburgalarını sızlatacak kadar güçlü olmasaydı.
Sonunda onunda gözleri bana odaklandığında hafifçe gülümsüyoruz birbirimize. O çıkışa doğru kayarken ben de o tarafa doğru ilerliyorum.
"Yalnız kaymana izin vermediklerini sanıyordum."
Pistten çıkıp ayaklarındaki kayaklarla komik bir şekilde yürürken "Evet, Emel'le bulaşacağımı söyledim." diyor suratında suçluluğunu kesinlikle masum göstermeyen bir sırıtışla.
Başımı onaylamadığımı belirten bir şekilde iki yana sallarken "Bekle, şunlardan kurtulup geliyorum." diye ekleyip komik yürüyüşüne devam ederek benden uzaklaşıyor.
On beş dakika içinde Eflâl tamamen toparlanmış, botlarını giymiş ve gitmeye hazır bir biçimde arabamda bulunuyoruz. Birkaç dakikamız Eflâl'in arabanın içindeki sıcaklık ayarıyla oynaması ve montunun içine rahatça yerleşmesiyle geçiyor.
Emel ve Emir'le sinemada buluşmak üzere anlaştık. Filmi de onların seçmesine izin verdik ki bunun hala çok parlak bir fikir olduğunu düşünmediğimi kabul etmek zorundayım. Yine de ikimizde bu mevzuyu pek umursamıyoruz. Eflâl'in yanında ne yapıyor olduğumun pek önemi kalmıyor, aradan geçen bunca günün herhangi bir saniyesinde bile sıkıldığımı hatırlamıyorum. Kök salan bir ağaç gibi çatlaklarımdan sızarak büyüyor içimde Eflâl. Karşı koymanın anlamsızlığıyla kaderime boyun eğiyorum. Seve seve, bile isteye boyun eğiyorum.
"Hani bir şarkı üzerinde çalışıyordun, ona ne oldu?" Sorumu sorarken kısa bir bakış atıyorum ona doğru.
Cevap vermeden önce dudaklarını birbirine bastırdığını görmeme yetiyor bu bakış. "Biraz ilerledim aslında. Bu sıralar ilham açısından şanslıyım." diyor neşeli bir sesle. Gözlerini üzerimde hissediyorum ama dönüp bakmaya korkuyorum. Zira bütün dikkatimi kaybetmeme yol açabileceğini biliyorum artık.
"Aşk işte. İnsana yaşama sevinci veriyor."
Alaylı sesim Eflâl'in neşeli kahkahasıyla noktalanıyor. Dünya üzerindeki en güzel şey Eflâl'in kahkahası derdim, gözlerini görmemiş olsaydım. Dudaklarına değmemiş olsaydım. Başını hiç omzumda hissetmemiş olsaydım. Yüzüne bakıp yaratana binlerce şükür etmemiş olsaydım.
"Sen kendini kandır."
"Asıl sen kendini kandır!"
Küçük bir kahkaha daha.
Arabanın içi sıcak havayla değil, Eflâl'in gülüşüyle ısınıyor sanki. İliklerime kadar sızıyor, kalbimden pompalanıyor, kemiklerimi kavruklaştıran bir sıcaklıkla ısınıyor her yerim. Eflâl gülüyor; mevsimler değişiyor, bütün hasretlikler vuslata eriyor. Göçmen kuşlar bile yuvalarına dönüyor.
Hayatımda kapladığı yeri düşününce boşluğu korkunç bir kâbus olup çöküyor yüreğime. Onun dışında kalmak, hayatının bir parçası olamamak düşüncesi nefesimi kesiyor. Gözyaşına boğan bir kabustan uyanamamakla aynı acziyete düşürüyor bu fikir beni. Kendi çaresizliğini kadehlere doldurup içmek olur yokluğu biliyorum, hiç sarhoş olamadan ve de hiç ayılamadan asla gelmeyecek bir sabahın hayalini kurmak olur.
"Eflâl," diyorum, sesime dolan ani hasreti yok etmeyi beceremeyerek. Garip halimi fark ettiğini gösteren meraklı bakışlarla bana dönüyor. "Sana söylemem gereken bir şey."
"Tamam." diyor, sesi aramıza tedirginlikle titreşen naylon ipler çekiyor. Söyleyeceğim şeyi nasıl karşılayacağını bilmediğimden, biraz da suçluluk duygusuyla harmanlanmış bir sessizlikle bir süre bekliyorum.
"Bu pazar ablamın yanına gidiyoruz annemle. Bir hafta orada kalacağız."
Birkaç saniye heykelleşiyoruz. Kaslarımız ve kemiklerimiz olduğu gibi bütünleşiyor, kaskatı kesiliyoruz. Sonra Eflâl kötü bir büyünün etkisinden kurtarır gibi bizi yutkunuveriyor ve tekrar ciğerlerimize oksijen doluyor. "Amerika'ya?"
Sorusu daha çok kendi kendine yöneltilmiş bir doğrulamadan ibaret. Aramıza girecek mesafeyi, saatleri ve okyanusu hesaplıyor gibi. Aynı hesaplar benim de zihnimi bunaltıp konuşmamı zorlaştırıyor. Söyledikçe bu ayrılık gerçek oluyor.
Gidiyorum.
Eflâl ilk defa tadacağımız hasreti hazmedemiyor, ben gidince uğraşacağım konuları. Yeni bir savaşa ne kadar hazırlıksız olduğumu, üstelik Eflâl'i bırakmak istemediğimi, hiç istemediğimi biliyorum. Yine de gitmek zorundayım. Bir haftalık bu seyahate mahkumum nihayetinde.
"Evet." diye onaylıyorum onu. Sesimin ve duruşumun kararlı olduğunu göstermeye çalışıyorum. "Aslında önceden planlanmış bir şeydi ama kesin olmadan sana söylemek istemedim."
Başını hafifçe salladığını görüyorum. "Bir hafta çok değil." Cümlesinin sonunda havada asılı kalan bir belirsizlik var. Sanki nokta mı yoksa soru işareti mi koyması gerektiğini bilemiyor. Bakışları yardım dilenircesine yüzümde dolaşıyor.
"Evet. Gene de özleyeceksin beni."
Zayıf neşelendirme girişimim başarıyla sonuçlanıyor ve Eflâl gülümseyerek başını arkaya yaslıyor. "Ne zaman gidiyoruz demiştin? Yarın mı?"
"Pazar demiştim."
"Ah, daha çok varmış!" Yalancı yakınması engelleyemediği kıkırdayışıyla bölünüp duruyor.
"Kalbimi kırıyorsun."
"Bir şey olmaz. Beni çok özlediğinde unutursun."
Sesli bir kahkaha atarken bu çekişmelerimiz olmadan bir haftayı nasıl atlayabileceğimi bilmediğimi fark ediyorum. Eflâl'le konuşmadan, onunla gülmeden, onu güldüremeden, hayatıma nüfuz etmeden varlığı bir hafta bir asır kadar uzun gözüküyor gözüme.
****
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kayıp Şarkı
RomanceASIM KARASOY Arabanın diğer ucunda oturan kız, yağmurun altında benimle o garip bakışmayı paylaşan kızla aynı kişi. Aynı keskin yüz hatları, neredeyse huysuzluk olarak tanımlanabilecek bir ifadeyi süsleyen hafifçe pembeye boyalı kalın dudaklar, bu m...