11 / Asım

7.4K 621 34
                                    

Üst üste üçüncüsünü bitirdiğim sigarayı söndürürken rüzgar sanki burada olmamı istemiyormuşçasına kuvvetlenerek gözlerimi bile açık tutmamı zorlaştırıyor.

Eflâl'i son gördüğümden beri neredeyse iki hafta olduğunu hesaplıyorum. Ağaçlar yaprak dökmüş, Emel'in arzu ettiği gibi bir pikniği bir daha yapmayı bir sonraki bahara kadar erteleyecek kadar soğumuştu hava. Her gün toprağa bereket, yeryüzüne rahmet yağmurlarla ıslanıyorduk neredeyse. Bugün dışarıda olmamın şansına sanırım kuru ama sert bir rüzgar var sadece.

Kendimi bu aptal ve çıkmaz durumun içine nasıl sürüklediğim sorusunu her gün soruyor ve her gün kendi kafamı koparmak istememe sebep olacak cevaplardan başka bir şey elde edemiyorum. Felaketin, tamam abartmayalım, kötü şeylerin böyle kapı eşiğinde beklemesi ve sadece küçük bir hamleyle içeri girebilecek kadar atılgan olmaları hayatın kötü bir alışkanlığı.

Bütün arama çabalarıma hatta istemeye istemeye araya bizimkileri sokmaya çalışmama rağmen ona ulaşamıyorum. Beni görmek ve konuşmak bile istemiyor. Telefonlarıma çıkmıyor. Evini bilmediğim için, bilsem de kapısına dayanmak gibi saçma bir işe kalkışmayacağım için şu an tek seçeneğim Emir'lerin kapısının önünde Eflâl'in dersten çıkmasını beklemek.

Ela günlerdir ders almak istemediğinden ve bu fikir yeni aklıma geldiğinden henüz hayata geçirebiliyorum. Ne söyleyeceğim hakkında hiçbir fikrim yok, sadece onunla konuşmak ve mümkünse özür dilemek istiyorum.

O gün ki yüzü gözlerimin önünden bir türlü gitmiyor. Geceleri bir türlü konuşamadığım zorlu kabuslarda, gündüzleri ise zihnimin içinde dönüp duruyor. Kafeye girdiğinde yüzündeki neşeli ve ilgi bekleyen ifadeye yanıt vermemek öyle zor olmuştu ki bütün bedenimin kaskatı kesildiğini hissetmiştim. Beni neredeyse fiziksel olarak zorlayan bir güçle ona doğru çekiliyor, onunla konuşmaya ve varlığının tadını çıkarmaya dair karşı konulamaz bir istekle sarıp sarmalanıyordum. Görmezden gelmeye, onu inkar etmeye çalıştıkça her şey daha da zorlaşıyordu.

Yavaş yavaş sönen neşesini, yüzüne ilk tanıştığımızdaki gibi keskin bir ilgisizliğin yerleştiğini izlemek insanın kalbini acıtıyordu. Yüzüne düşen saçlarını ince, uzun parmaklarıyla geriye atarken hüzünle yere eğilen bakışlarını hala gözlerimin önünde görebiliyorum. Sadece ona yöneltilen sorulara hafifçe, sakin bir gülümsemeyle karşılık verip sessizce görünmezleşmesini düşünmek inkar edemeyeceğim bir biçimde canımı acıtmaya devam ediyor.

Ara sıra sorgulayan bakışlarının bana değdiğini de görmüştüm ama ne düşüneceğini ve yapacağını bilmeyen bir aptal gibi hiç karşılık vermemiştim. Onu kardeşiyle gördüğümde, elbette bilmediğim dolayı, içime sinen kıskançlık ne düşünebilmeme ne de mantıklı bir açıklama aramama fırsat vermişti. Hızlı ve hain bir hamleyle beni aniden ele geçirip aptallaşmama sebep olmuştu.

O gün kafede arkasından gitmek büyük ihtimalle yaptığım en aptalca hamleydi. Ne düşündüğümü şimdi bile bilmiyorum. Hızla ve dünyanın en hüzünlü bakışlarıyla masadan kalkınca kendime engel olamamıştım.

Çantasını bin bir zorlukla karıştırıp ilacını bulduğunda kendime esaslı küfürler savurmuştum ama elbette yeterli değildi. Onu böyle üzdüğüm için kendimden nefret ediyordum. İsmi sonunda dudaklarımın arasından döküldüğünde uzun zaman nefesimi tutmuşum da sonunda ciğerlerime bir parça huzur bahşetmişler gibi hissetmiştim.

Neredeyse somut bir hayal kırıklığıyla çatılmış kaşları ve öfkeli bir ifadeyle kapalı dudaklarıyla aramızdaki mesafeden bile anlayabiliyordum ne kadar üzgün olduğunu.

Kardeşin mi?

Konuşmanın bu noktasından sonra Eflâl'in suratını öyle büyük bir hayal kırıklığı kaplamıştı ki yaptığım aptallığın karşı konulamaz ağrısı göğsümde o andan beri hiç durmadan büyüyor, bir türlü sınıra ulaşmadığından sonu olmayan bir eziyete dönüşüyordu.

Derin bir nefes alıyorum. O sırada dileklerim gerçekleşmiş gibi Eflâl'in sureti karşımda. Aramızda metreler var ama sonunda onu görebilmiş olmak çöle düşen ilk damlanın rahmetiyle sarıyor sinemi. Sen hangi ara bu kadar sarıldın bu kıza, diye soramıyorum kendime.

Başı yere eğik. Gittiği yerin, varacağı noktanın bir önemi yokmuş gibi bir türlü kaldırmıyor. Beni görmesini hem delicesine istiyorum hem de yolunu değiştirmesinden deliler gibi korkuyorum. Korkunun ecele faydası olmadığını bilerek o bana doğru gelirken ben de adımlarıma hız kazandırıp aramızdaki mesafeyi kapatıyorum.

Sonunda birkaç adımlık mesafe kalınca aramızda karşısına çıkan kişiyi görmek için bakışlarını kaldırıyor. Yüzündeki art niyetsiz dalgınlık bulanıp yerini keskin bir kaş çatışa bırakıyor. Zorlukla yutkunuyorum. Küçücük bir kızın karşısında adeta ufalanıyorum.

"Eflâl..." diyorum ama kendi sesimi bile duymaktan acizim. Öyle sönük ve mahcubum.

Bir şey söylemeyecek, beni orada ezip geçecek sanıyorum. Ve ben kılımı bile kıpırdatmadan bunu yapmasına izin vereceğim. Bu hakimiyeti, bu gücü ona nasıl verdim hiçbir fikrim yok.

"Ne işin var burada?"

Sözleri düşündüğümden daha yumuşak bir tonda dökülüyor dudaklarından. Yine de o iğneleyici neşesinden fersahlarca uzakta olduğumuzu biliyorum. Hala çatık duran kaşlarından, gülümsemeyen dudaklarından ve sesindeki alakasız tondan anlayabiliyorum. Bana sadece hayatın karşısında çıkardığı bir tesadüfmüşüm muamelesi yapıyor. Kızsa, bağırsa bundan daha az acıtacağını biliyorum. Bir hiç olmaktansa, öfkeyle veya kırgınlıkla mücadele etmeyi tercih ederim.

"Seninle konuşmak istiyorum."

Söylediğim şey komikmişçesine tek kaşı aniden havaya kalkıyor, dudağına alaycı ve gerçekçi olmayan kısa bir gülüş yerleşiyor. "İlginç," derken yüzü tekrar ilk andaki duygusuzluğa bulanıyor. "En son baktığımda benimle konuşmak istemiyor gibiydin."

" Açıklamama izin verecek misin?" Aslında bu kadar sinirli olmak, ani çıkışlar yapmak istemiyorum. Bilakis özrümün samimiyetini gösterme amacındayım fakat Eflâl'in keskin kenarlı cümleleri yaralı bir hayvan gibi köşeye sıkıştırıp canımı acıtıyor. Sinirlenip ister istemez en az onun kadar aksi bir şekilde cümleleri vurgulamaya başlıyorum.

"Hayır."

Geçit vermeyen dağlar gibi, minicik bedeniyle insanın üstüne yıkılan bir çığ gibi. Birkaç saniye daha yüzüme baktıktan sonra bir adım atıyor. Attığı adım yeri sarsıyor şüphesiz. Bir adım daha, dünya yörüngesinden şaşıyor.

Beni gerçek manada arkasında bıraktığının farkında olarak geriye bıraktığı boşluğa dikiyorum gözlerimi. Böyle pes edemem. Ayağımın altındaki sandalyeyi biri itecekse o kişi elbette ben olmalıyım.

"Kıskanmıştım." diye sesleniyorum arkasından. Durmayacak sanıyorum. Gidecek ve ben boşluğa ne kadar aptal bir adam olduğumu anlatmaya devam edeceğim. Rüzgar susmamı istercesine yüzüme yüzüme vuracak ve Eflâl çoktan gitmiş olacak. Ne var ki sert bir duvara çarpmışçasına adımlarının arkası kesiliyor.

Bir ümitle, ne dediğimi pek bilmeden konuşmaya devam ediyorum. "Ben... Ben ne hissettiğimi bilmiyorum. Ama varlığını da inkar edemiyorum. Çok saçma, çok erken." Yavaşça arkasına dönerken ben çaresizce ellerimi iki yana açmış bekliyorum. "Ayrıca biraz da senin suçun."

"Benim suçum mu?" Sonunda yüzüne öfkeden ve alakasızlıktan başka bir ifade daha yayılıyor, şaşkınlık.

"Evet," diyorum sinirlerim bozulduğu için istemediğim bir gülümseme yanaklarımı zorluyor. "Koskoca adamdan kardeşim diye bahsediyorsun. Nereden bilebilirim, hep küçük birinden söz ediyorsun sandım."

Sabır istercesine derin bir nefes alıp gözlerini kapatıyor. Ben de hazır bakışlarının yargılayan ve acı hükümler veren nezaretinden kurtulmuşken hızlıca yanına gidiyorum. Gözlerini tekrar açtığında bağırmadan da konuşabilecek bir mesafede oluşuma şaşırıyor olsa bile hiçbir tepki vermiyor.

"Çünkü biz ikiziz."

"Nereden bilebilirdim?"

Küçük, gergin bir kahkaha atıyor. Elleriyle rüzgarın yüzüne vurduğu saçlarını toplarken gülüyor ama bunun neşeli olmakla yakından uzaktan alakası yok. "Zeytinyağı gibi üste çıkıyorsun. Sence bütün bu saçmalık, o gün ki tavrını yok ediyor mu?" Gözlerimin içine bakıyor, tekrar ağzını açtığında tereddütteymiş gibi birkaç saniye bekliyor konuşmadan önce. "Niçin beni kıskanıyorsun?"

Bu saçma konuşma ve argümanlar karşısında sonsuza kadar birbirimize ironik kahkahalar atabileceğimizi hissediyorum. Bunun cevabını kendime açıklayamıyorum ki ona söyleyeyim. Hiçbir şey yok demenin saçmalığının bu noktadan sonra ikimiz de farkındayız. Yine de beylik laflar edemeyecek kadar yolun başındayım.

"Niçin gitmekten vazgeçtin?"diyorum sorusunu cevaplamak yerine. Aramızdaki mesafeyi daha da kapattığım için itiraz etmesini bekliyorum ama sesini çıkarmıyor.

Cevap vermeye niyetlenir gibi başını hafifçe kaldırıyor sonra ama gözleri ağırca kapanıyor, uzaklaşmak ister gibi elini göğsüme dayıyor ne var ki sadece gücü yetmiyormuş gibi sıkıca tutunmakla kalıyor.

Öylece zamanın ve duygularımızın aralığında asılı kalıyoruz. Zaman genleşmeyi unutmuş Eflâl'le aramdaki şu kısacık mesafeyi ağırlığıyla dolmuş gibi. Sanki dünyanın merkezi tam şurada, Eflal'in nefesinin benimkine karıştığı noktada konumlanmış gibi. Gözleri kapalı, gömleğime tutunmuş elleri titrek. Sanki beni bıraksa boşluğa doğru savrulacakmış gibi ısrarcı parmakları.

Aramızda milimler, milimlerde büyüyen mesafeler var. Koşar adım gitmeye meyilli kalbimi dizginlenemeye çalışırken kendimle verdiğim savaştan habersiz, Eflal'in titrek dudakları var. Saniyeler boyunca bekliyoruz. Kavuşmanın hazzını vuslatta kaybedenlerden olmamak için belki, aradaki mesafenin ağırlığı altında eziliyoruz.

"Seni affetmedim." diye fısıldıyor.

"Henüz." derken daha fazlasına dayanamayıp son miliminde canına kıyıyorum. Yaptığım katliamın sonucu kanlı oluyor zira Eflâl'in dudakları cennet bahçelerinden düşüyor insanı. Biliyorum ben bir daha asla aynı Asım olamayacağım. Bir kere Eflâl'i bildiğim için, kendimden ayrı düşmüş olarak sürdüreceğim hayatımı. Varlığının dokunmadığı her şey, dudaklarının dudaklarımı şenlendirmediği her dakika yavan bir ömrün sağlamasını yapıyor olacak.

Bir anda çok uzaklardan geliyormuş gibi kulaklarımda uğuldayan bir melodi düşüncelerimi bıçakla ikiye kesiyor. Eflâl'in ensemi kavramış elleri çözülürken kollarımın arasından zarifçe sıyrılıyor. Ben henüz herhangi bir şeyi algılayabilecek halde değilken telefonunda telaşlı telaşlı biriyle konuşmaya başlıyor. Onu durdurmak, en azından ne dediğini anlayabilmek için dönüp duran zihnimi sakinleştirmek için bir şeyler yapmak istiyorum ama elimden gelmiyor.

Telefonu kapadıktan sonra aceleyle bana dönüyor. "Gitmem gerek." derken bunun yeterli bir açıklama olmasını umar gibi birkaç saniye yüzüme bakıyor ısrarla. Henüz bir şey söylemeye fırsat bulamadan arkasını dönüyor ve adımlarını hızlanıyor.

Ben ne olduğunu kavrayamamış bir şekilde arkasından bakmaya devam ediyorum. Bir anda devranı fethetmişken, birisi beni kıyısından boşluğa itmiş gibi öylece kalakalıyorum. Oysa dünyanın köşelerinin olmadığına ve bunun imkansız olduğuna dair birilerinden oldukça güvenilir masallar dinlediğime eminim.

****

Kayıp ŞarkıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin