Cümlemi tamamlayınca derin bir nefes alarak arkama yaslanıyorum. Asım karşımda dünyanın en ciddi ifadelerinden biriyle oturuyor; kaşlarını çatmış, dudakları gülümsemiyor, gözleri şu anda kendi kafası içinde dolaştığını anlayabileceğim bir şekilde donuk.
Kendimi burada nasıl bulduğumu hatırlamıyorum.
Elbette buraya nasıl geldiğimi hatırlıyorum, Asım görüşmek istediğini söyleyince hemencecik bir yer ayarlamış ve kendimizi bu küçük ama samimi kahveciye atıvermiştik.
İlk anın gerginliğiyle Asım'ın karşısında otururken neyim olduğunu sormuştu ve ben bir anda kendimi Mirza'yla ilgili her şeyi ona anlatırken bulmuştum. Nasıl benimle çok az konuştuğunu, nasıl büyük bir aptal olduğumu ve bütün bunların nasıl da günden güne beni mahvettiğini.
Normal bir sohbette bile kolay kolay dönmeyen dilim Asım'ın karşısında çözülüp ben bile şaşkınlığa uğratıyor. Dikkatle dinleyen bakışlarının etkisindeyken her bir mimiğini yakından takip ediyorum, bütün ilgisinin böylesine üzerimde olması içten içe bir tatmin duygusuyla dolmama sebep oluyor.
"Sence özrünü neden kabul etmiyor?"
Sorusundaki ciddiyet öyle ani çarpıyor ki zihnime arkama yaslanma ihtiyacı hissediyorum. Bu soruyu hiç düşünmediğimi fark etmek ise ayrı bir şaşkınlık sebebi. Mirza'nın önüme aşılmaz bir duvar koyduğunu ve sürekli o duvara çarpıp durduğumu farz ediyorken bu engeli aşamamamın başka bir sebebi olup olmadığını hiç düşünmediğimi fark ediyorum.
"Bilmiyorum." diye mırıldanırken bakışlarımı ellerime eğiyorum. Masanın üzerinde birbirine kavuşmuş ince uzun parmaklarımı eklem yerlerinden sıkarak beyazlaşmalarını izliyorum.
Daha ne olduğunu anlayamadan Asım'ın sıcak eli uzanıp ellerimi çözüyor ve birini sıkıca kavrıyor. O an kalbimin durduğuna şahitlik edebilecek yüzlerce insan bulabileceğime eminim. Aniden bütün dünya yavaşlıyor lakin zihnim uyanık kalıyor. Asım'ın dokunuşu tatlı bir zehir gibi tenimden etki edip beni felce uğratıyor. Dünya zamanıyla ifade edilemeyecek bir süre kalbimin durmayı seçtiği o aralıkta donup kalıyorum. Neredeyse zamanın bir daha akmamasını bu temasla gözlerimi yummuş olmayı isteyeceğim.
"Özür diliyor olmak," diyor baş parmağı hafif bir dokunuşla elimi okşarken. "Karşındakini tatmin etmiyor olabilir zaman zaman."
Bakışlarımı ellerimizden kaldırıp yüzüne bakıyorum. Her ne kadar ses tonu ciddi olsa da dudaklarında asılı kalmış olan gülümsemeyi gözden kaçırmıyorum. "Ne sırıtıyorsun?"
Sesim istediğimden daha aksi çıkıyor ama elimde değil. Asım'ın yanındayken hiçbir şey elimde değil. Onun akıntısına kapılıp gidiyorum ve buna karşı koymak, akıntıdan kurtulmak benim tasarrufumda olan bir mevzu değil.
"Bayılacakmış gibi görünüyorsun."
"Sence bu komik mi?"
Cevap vermek yerine kafasını hafifçe yana eğiyor, bunu fırsat bilip içimdeki gerginlikle konuşmaya devam ediyorum. "Eğer öyleyse gerçekten garip bir komiklik anlayışın var, şu an bir astım krizi geçirmek üzere olabilirim. Düşüp bayılabilirim ve sen sadece güldüğün için vicdan azabından ölebilirsin."
"Şu an gayet iyisin." diye ısrar ediyor sakin bir sesle. Ben ne kadar gerginsem Asım o kadar durgun. Sanki her gün birbirimizle bunca temas içindeymişiz gibi olağan.
"İyiyim." diye onaylıyorum onu. "Bir şey söylüyordun."
"Utanınca çok asabi oluyorsun."
Öncesine göre daha sakinleşmiş olduğum için cevap vermeden önce derin bir nefes alıyorum. "Bu değildi."
"Evet değildi." diyerek ciddileşiyor ama yine de elimi bırakmıyor. "Diyecektim ki bazı durumlarda karşımızdaki insanın özür dilemesini istemeyiz. Özür dilemek kolay, çok olağan. Ne yaptığını görmesini, bunun sonucunda neye zarar verdiğini bilmesini isteriz. Açtığı yarayı bilsin isteriz. Ne demek istediğimi anlıyor musun?"
"Evet ama bunun ona ne gibi bir yararı olacak?"
"Hiç." söylediğini pekiştirmek ister gibi hafifçe omuz silkiyor. "Özür dilemenin de ona herhangi bir elle tutulur yararı yok. Ama yaptığın hatayı bilmen gerek. Anlıyor musun? Üstünü kapatman değil, o hatayla mahcup olman gerek."
Asım'ın ne demek istediğini anlıyorum fakat bu mahcubiyeti Mirza'ya nasıl göstereceğim hakkında en ufak bir fikir bulamıyorum. Yine de bir çıkış noktası bulmaması sağladığı için minnettarım.
"Peki sen mahcup musun?"
Mavi gözleri aniden şaşkınlıktan büyüyor ama hemen ardından gülümsüyor. Asım gülünce içimdeki bütün kara bulutlar dağılıyor. Bir anda dünyanın geri kalanı siliniyor ve nasıl oluyor, rabbim, nasıl oluyor da bütün mucizeler bir adamın iki dudağı arasına sığıveriyor? Üzerimdeki bakışları tenimi karıncalandırıyor, hem bunun tadını çıkarmak isterken hem de binlerce parçaya ayrılmak istememe sebep oluyor.
"Seni öptüğüm için hayır. Yanlış anlaşılma için evet."
"Özür bile dilemedin." derken onu çoktan affetmiş olduğumu ikimizde biliyoruz. Yine de bu küçük oyunu oynamak hoşuma gidiyor. Hatta bir özür duymanın beni tatmin edeceğini de biliyorum.
Küçücük bir gülümsemeyle yüzü aydınlanıyor. "Özür her zaman kelimelerle dilenmez."
Sesi içimdeki kıpırtıları ikiye katlarken gülümsememek için dudaklarımı birbirine bastırarak gözlerimi kaçırıyorum. "Yani çoktan özür dilediğini mi söylemeye çalışıyorsun?"
Benim ondan esirgediğim her gülümseme onun dudaklarının kıvrımının derinleşmesine sebep oluyor. Mükafatını hep benim kazandığım saçma bir oyun gibi ama memnunum. "Öyle olmasa şu an elini tutuyor olabilir miydim?"
Ellerimin ellerinde olduğu gerçeğini hatırlayınca kalbim sıkışıyor bir an, oysa bunu unutmuş değildim. Etrafım bu gerçekle çepeçevre sarılmıştı. Fakat bunu Asım'ın kelimeleriyle duymak bambaşka bir şey. Sanki elimi elinden fazlasıyla tutuyormuş gibi bir şey. Cevap vermiyorum, zira gülümseyişimi de daha fazla zapt edemiyorum. Daha önce hiç gülmediğim gibi bir mutlulukla, aynı zamanda tatlı bir utançla, bülbülünün şarkısına boyun eğen bir gül gibi gülümsüyorum. "Belki de ben senin elini tutuyorumdur?"
Tek kaşı bu oyunu gerçekten oynamak isteyip istemediğimi sorarcasına yukarı doğru kavisleniyor. Bu sırada elini elimden hafifçe ayırıyor önce, sonra parmaklarımı parmaklarının arasından geçiriyor. "Belki el ele tutuşuyoruzdur."
Anlaşmaya yanaşmaya içten içe deli oluyorum fakat teslim olmayı çocuksu bir gururla reddetmenin zevkine de karşı koyamıyorum. Haylazlık yapmak ki huyum değildir, Asım'ın ilgisi için huysuzca söylenmek hoşuma gidiyor. Kalbim göğüs kafesimin içinde işe yaramaz yumuşak bir kas yığınından ibaret oluyor o gözlerimin içine bakarken. Kaburgalarım mutlulukla sızlıyor, içim içime sığmıyor sanki.
Tam beyaz bayrağımı çekip teslimiyetimi ve iyi niyetimi göstermeye hazırlanırken telefonum çalmaya başlıyor. Ben ani bir refleksle Asım'ın elini bırakıp hızlıca çantama uzanıyorum. Annemle gerçekleştirdiğimiz kısa konuşmanın sonunda Asım'la göz göze geliyoruz.
Sitemli bir ifade yüzünü kaplarken aniden yorulmuş gibi arkasına yaslanıyor. "Gitmen gerek."
"Özür dilerim." Bir an suratımdaki mahcup ifadenin silinip koca bir boşluğun bakışlarıma yerleştiğini hissediyorum. "Nasıl oldu da özür dileyen taraf ben oldum?"
Asım'ın dudaklarından küçük ve neşesiz bir gülüş geçiyor. "Hep böyle gidecek misin? Ani bir telefon korkusuyla mı görüşmeye devam edeceğiz?"
Sesindeki imanın üzücü olduğunu kabul etsem de elimden hiçbir şey gelmediğini ikimiz de biliyoruz, bunları söylerken kötü bir niyetinin olmadığını bildiğimiz gibi. Telefonumu çantama atıp ayağa kalkarken hesabı ona bırakıyor olmak konusunda kötü hissediyorum ama bir sonraki sefer ödemeyi aklıma koyarak kendimi avutuyorum. "Hayır." diyorum inandırıcı olduğunu umduğum bir sesle ama sürekli en güzel anlarda aniden çağrılıyor oluşum benim de inancımı biraz sarsıyor. Ne var ki gitmem gerek. Aile her şeyden önce gelir.
Aile her şeyden önce gelir.
Asım'ın masanın üzerindeki elini tutup üzgün olduğunu umduğum bir ifadeyle birkaç saniye suratına bakıyorum. Artık gitmem gerektiğine ikimizin de ikna olduğunu umarak arkamı dönmemle kolumdan tutulup geri çekilmem bir oluyor.
Aniden kendimi Asım'ın koruyucu kolları arasında, kokusu nefes yerine ciğerime dolarken buluyorum. Bütün vücudum bir önceki anın gerginliğinden sıyrılarak rahatlatıcı bir gevşekliğin içine düşüyor.
"Düzgün veda etmeyi öğrenmen gerek." dediğini duyuyorum. Engel olamadığım bir kıkırtı dudaklarımdan sıyrılırken onaylamak için başımı sallıyorum.
Öyle ne kadar durduğumuzu bilmiyorum fakat sonunda o kahveciden çıktığımda aklımda hiçbir şeyin kalmadığını fark ediyorum. Dünyanın bütün acelesi, koşuşturan saniyeler, öfkeler, olmazlar ben Asım'ın kolları arasındayken silinip gitmiş; geriye sadece tatlı bir rehavet kalmış gibi.
****
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kayıp Şarkı
RomanceASIM KARASOY Arabanın diğer ucunda oturan kız, yağmurun altında benimle o garip bakışmayı paylaşan kızla aynı kişi. Aynı keskin yüz hatları, neredeyse huysuzluk olarak tanımlanabilecek bir ifadeyi süsleyen hafifçe pembeye boyalı kalın dudaklar, bu m...