Sabah güneşi tülden süzülerek yüzüme vurunca rahatsızlıkla tek gözümü kapatıyorum. Böyle sessiz sakin sabahları ne kadar sevdiğimi düşünerek bir süre sadece yanımdaki adamın ağır nefes alışverişlerini dinleyerek yatmaya devam ediyorum. Karnımın üstünde birleştirdiğim ellerimi kaburga kemiklerim üzerinde gezdirerek oyalanıyorum.
İçimde dingin bir deniz yatıyormuş gibi hissediyorum böyle zamanlarda. Sadece dalgaların sakin sesi, havaya bile karışmış o tuzlu tat, göz kapaklarımın ardını boyayan acı mavi. Sessizliği aynı zamanda koparacağı fırtınanın da habercisiymiş gibi geliyor lakin buna gücü yokmuş gibi tek bir rüzgâr bile cesaretlendiremiyor dalgalarımı. Öyle halsiz ve yorgun, fırtınasına hasret düşmüş aciz bir denizim.
Ciğerlerime kesik kesik bir nefes doldururken yattığım yerde sadece başımı çevirerek yanımda yatan adama bakıyorum. Konuşmak bile öyle zahmetli geliyor ki sonsuza kadar burada böyle yatma isteğimin gerçekleşebilmesi için her şeyimi vereceğimi fark etmek beni şaşırtmıyor. Ne var ki onu uyandırmak zorundayım. Oysa uyanınca bu sessiz halinin bana verdiği huzuru kaybetmiş olacağım fakat başka çarem yok.
Bütün gücümle yüzüne doğru üflediğimde birkaç saniye hiçbir tepki alamıyorum. Sonra aniden kaşları çatılıyor, tek gözü öfkeli bir şekilde açılırken sırıtıyorum. "Günaydın!"
Yastığına daha sıkı sarılıp yüzünü benden korumak için gömerken "Git şuradan." diye homurdanıyor.
Beni yataktan atmadığı için şansımı hala zorlayabileceğimi bilerek "Gidemem. Kalkman gerek." diyorum. Bu sefer hedefim açıkta kalan ensesi, bir insanı üfleyerek rahatsız etmenin bu kadar eğlenceli olacağını kim bilebilirdi ki?
"Eflâl!" diye kükrüyor yastığının içine. Hem alışkın olduğumdan hem de sesi boğulup gittiğinden sırıtmaya devam ediyorum.
"Canım?"
"Defol."
"Olamam." diyorum aniden ben de sinirlendiğimi hissediyorum. Bu işin eğlencesi de bir yere kadar sürüyor. "Uyanman lazım, babam sensiz gitmeme izin vermiyor."
Mirza sonunda kendini boğmaktan vazgeçerek yan dönüyor. "Kübra'yla gitmeyecek miydiniz?"
Hala yarı yarıya uyuyor olsa da sonunda sakin bir cevap alabilmiş olmayı bir başarı sayarak oturduğum yerde iç çekiyorum. "Gelemiyormuş o. "
Alabildiğim tek cevap uykulu bir "Hmm." olunca pes ederek tekrar yanına uzanıyorum. İçimdeki deniz gene fırtınalar koparmak istiyor ama yeterince rüzgârı yokmuş gibi kıyıya dalga vurup köpürmekle kalıyor ancak. Bu his bir gün içerimde patlayacak diye korkuyorum, sanki tenimin duvarlarını zorluyor bu acizlik. Parçalanacağım, parçalanacağım. Görmüyor musunuz?
"Annem yengemle kahvaltıya gitti." diyorum alakasız bir mevzuya geçiş yaparak.
Mirza da pes ettiğimi fark ederek açmadığı gözleriyle birlikte "Sen niye gitmedin?" diye soruyor. Seni uyandırabileceğimi umuyordum demek yerine iç çekiyorum. Nasılsa o da bunun farkında.
"Canım istemedi."
Kardeşim tekrar sessizliğe bürünerek uykusuna geri dönüyor. Ben de bunun rahatlığıyla yüzüne bakmaya devam ediyorum. Hafifçe çatık kaşları ve darmadağın olmuş saçları sabah güneşiyle açık renk parlıyor. Bu annemin suçu. Her ne kadar ikimizden birine bile kızıl saçlarını miras bırakamamış olsa da böyle minicik ayrıntılarda ortaya çıkmak gibi bir huyu var.
Yine de ne kadar uğraşırsa uğraşsın Mirza, babamın bazı ayrıntıları değiştirilmiş küçük bir kopyası sanki. Ona baktıkça babamın mizacını görebiliyor insan. Aynı kaş çatışı, aynı duruşu, sanki saçlarının uzayış şeklini bile babamdan almış Mirza'ya koymuşlar gibi.
İkiz olmamıza rağmen babama ben bu kadar benzemiyorum. Değişik akrabaların ve insanların değişik görüşlerine göre babamın mimiklerini annemin yüzünde taşıyorum.
Kardeşimin yüzünü izleyip analiz yapmaktan sıkılınca parmaklarımı kaküllerimin arasından geçirerek uzamalarını sağlayacakmış gibi çekiştiriyorum. "Mirza," diyorum ikizimi sabır ister gibi iç çekmesine sebep olacak bir biçimde. "Aşık olmak nasıl bir şey?"
"Eflâl, saçma sapan sorular sorma. Git şuradan."
"Hmm."
Tepkisizliğime karşı birkaç saniye uyuyormuş gibi yapsa da sonunda pes ediyor. O da sırt üstü dönerek benim gibi tavanı izlemeye başlıyor. Uykusunu çoktan kaybettiğini bildiği için mağlubiyeti hazmetmek ona zor gelmiyor sanırım.
"Güzel bir şey değil. Boşuna uğraşma."
Bu müthiş açıklaması için gerçekten büyük bir alkışı hak ediyor. Hislerini ve düşüncelerini bu kadar derinlemesine açıklayan bir adamla daha önce hiç karşılaşmamıştım gerçekten. "Uğraşmıyorum." diyorum, sesimin oldukça sakin çıktığından emin olmaya çalışarak. "Ama nasıl bir şey?"
Bunu özellikle Mirza'dan duymak istiyor oluşumun sebebi, onun gerçekte ne hissettiğini biliyor olmam. Bir konuşsa istediğim cevabı vereceğini biliyorum. Ne var ki Mirza'yı çözmek bir buzdağının tamamımın erimesini beklemekten daha zor. Bu adamın küresel ısınmaya her şeyden daha çok ihtiyacı var.
İlginç bir şekilde Mirza beni şaşırtarak konuşmaya başlayacakmış gibi derin bir nefes alıyor. "Birisi gelip göğsüne elini sokup kalbini sökmüş de yine de sen bunun için ona hesap soramıyormuşsun gibi bir his."
Beş saniye kadar birbirimizin gözlerinin içine bakıyoruz. İşte Mirza'nın babama benzeyen diğer bir özelliği; içine çikolata parçaları düşmüş gibi karmakarışık bir şekilde kahverengiyle bölünen yeşil gözleri. Benimkiler ise anneminkiler kadar berrak ve düz bir yeşil.
Bakışmamızın sonunda dayanamayarak küçük bir kahkaha atıyorum. Bir türlü gülmemi durduramazken doğrulup iki büklüm oluyorum. Zorlukla aldığım nefeslerin arasında "Bu..." diyorum. "Senden duyduğum en saçma ve romantik şey."
Mirza çoktan konuştuğuna pişman olmuş bir şekilde yüzünü asıyor. Bütün gücüyle beni yataktan itekleyerek kaldırıyor. "Çık odamdan."
Gözlerimden gelen yaşları elimin tersiyle silerken "Kahvaltı yapıp gider miyiz buz patenine?" diyorum.
Sonunda sakinleşebilmiş olduğum için homurdanarak onaylamaya benzer sesler çıkarıyor.
"İstersen..." derken kaşlarımı kaldırıp indiriyorum. "Arkadaşlarını da çağır."
"Eflâl."
Sadece ismimi söyleyerek sonumun iyi olmayacağını belirtiyor olabilmesine saygı duyarak başımı sallıyorum ve uslu bir şekilde odasını terk ediyorum. Mutfağa girdiğimde alışkanlıkla hazırlamaya başlıyorum sofrayı, zihnim ise o an odada olmaya ihtiyaç duymuyor.
Kaç zamandır dönüp dolaşıp yağmurun altındaki o ana varıyorum. Bütün o koşuşturmacanın arasında aniden fark ettiğim adamın hayali gözlerimin önüne çiziliyor. Sıradan bir günün ilginç bir tesadüfle bölündüğü o zaman aralığında sessiz ve eski bir kaide gibi her şeyin ve herkesin ortasında dikiliyor oluşundan daha çok, yüzündeki ve hatta teninden etrafına yaydığı o umursamaz havanın beni ele geçirdiği gerçeğinden bir türlü kurtulamıyorum.
Sanki bütün dünya dönüyordu da Asım için o an kendi dünyası duruvermişti. Ne var ki bu acıklı ve dramatik bir benzetme değildi; içimdeki kopamayan fırtınanın acizliğinde bir hareketsizlikti onunkisi. Belki benim kadar aciz değildi, elbette değildi, lakin durgunluğunda bulduğum tanıdıklık hissi oraya çakılıp kalmamı sağlamıştı.
Ona âşık olduğumu iddia edecek değilim. Yine de o gün doğum günü partisinde odaya girdiğinde kalbimin ilginç bir şekilde huzursuz olduğu, kemanı daha erken ve acemice bırakmak zorunda kaldığım da yalan değil.
Mirza'dan duyduğum aşk tanımının yanına bile yaklaşmıyor içimdeki bu ufak heyecan. Zaten biraz da Emel'in zoruyla yönlendiğimi kabul etmem gerek. Emir'e duyduğu ilgiyi benim ve Asım'ın üzerine de sıçratmak gibi ilginç bir gayenin peşinde.
Emel'i neşesini düşününce yüzüme küçük bir gülümseme yayılıyor ister istemez. Bu sırada mutfağa gelen Mirza hazır sofranın başına kurulurken kaşar peynirlerden birini eliyle alıp ağzına atıyor. Kaşları sorgular gibi birbirine yaklaşırken "Hayırdır?" diyor.
Ben de sandalyelerden birin otururken onun iştahla yemeğine gömülmesini izliyorum. "Ne gibi?""Ne çok sırıtıyorsun bugün."
"Kaymaya gidiyoruz ya."
Bana inanmamış gibi gözlerini büyüterek başını sallıyor. İnsan niçin istemediği bir mesajı verirken bu kadar neşeli olur, bilmiyorum. Ne var ki ortada söylenmiş bir şey olmadığından Mirza'nın aşk hayatıma dair yaptığı bu imayı görmezden gelerek geçiştirmeye çalışmam boşa gidiyor. Kendimi daha çok her şeyi onaylamış gibi hissediyorum. Hep bu Emel!
Ben de yemeğime başlarken bir süre gözlerimi Mirza'dan bilerek sakınıyorum. Onun bakışlarının üstümdeki baskısı görmezden gelinecek gibi değil ne yazık ki. "Niçin bakıyorsun?"
"Kafanı kaldırmadan baktığımı nerden biliyorsun?"
"İkiz hissiyatı."
Bu söylediğimi saçma bularak gözlerini deviriyor. "Bana anlatmak istediğin bir şey varmış gibi hissediyorum."
"Nerden çıkarıyorsun?"
"İkiz hissiyatı."
Aldığım cevabın gerçekten saçma hissettirdiğini kabul ederek bu sefer ben gözlerimi deviriyorum. "Gerçekten," diyorum ağzımın dolu olmasına aldırmadan. "Düşündüğün gibi bir şey yok. Hiçbir şey yok."
"Peki." diyerek söylediğim şeyi kabul ediyor. Daha fazla uzatmanın anlamsız olduğunun o da farkında. Oturduğu yerde dikleşmiş olması gereksiz yere benim de gerilmeme sebep oluyor. Mirza meşhur erkek kardeşi kıskançlığını yapacak biri değil. Bunun için çok kırılgan olduğumun farkında. Ne var ki yanıcı bir madde gibi aniden alev alan endişesi boğucu bir koruma duygusuyla üstüme çöküyor, beni havasız bırakıyor.
Arada asılı kalan sessizliği sonunda "Bir sigara içeyim, çıkalım." diyerek bölüyor Mirza. Odasından sigarasını alıp balkona çıkarken ben de sofrayı toplamaya başlıyorum. Gereksiz yere oluşan bu gerginlik bütün gücümü çekmiş gibi kemiklerimi zorlayan bir yorgunluğa sebep oluyor ama bununla savaşıyorum. Bazı günler sadece sofrayı toplayabilmiş olmak bile dünyanın en büyük başarısına dönüşüyor. Neredeyse bunun için kendimi tebrik edeceğim.
Küçük kutlamamı içime gömerken odama doğru seğirterek ne giyeceğime karar vermeye çalışıyorum. En son yalnız başıma gidip ayak bileğimi kötü bir şekilde incittiğimden beri Asrın Çağan tarafından buz pateni yapmam kesinlikle yasaklanmıştı. Uzun uğraşlar, yalvarmalar, ailecek geçirilen birkaç krizden sonra babamı sonunda yeniden kaymama izin vermeye ikna edebilmiştik. Tek bir şartla; yanıma daima Mirza olmak zorundaydı. Bu şartı zamanla yanımda herhangi birisi olmasına kadar genişletmeyi başarabilmiştim. Ne yazık ki tanıdığım herkes buz pateninden benim aldığım kadar zevk almıyordu. Bu yüzden böyle ikizimin peşinde sürünmek zorunda kalmak artık alışkanlık haline gelmişti.
Bunları düşünmek sinirlerimi yıprattığı için önünde dikildiğim dolabın içindeki kıyafetlere yöneltiyorum ilgimi. Kafanın içindeki sıkıntılardan kurtulmak için gündelik hayattaki sıkıcı ayrıntıların içine düşmek, şaşırtıcı derecede kolay bir kaçış yolu.
****
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kayıp Şarkı
RomanceASIM KARASOY Arabanın diğer ucunda oturan kız, yağmurun altında benimle o garip bakışmayı paylaşan kızla aynı kişi. Aynı keskin yüz hatları, neredeyse huysuzluk olarak tanımlanabilecek bir ifadeyi süsleyen hafifçe pembeye boyalı kalın dudaklar, bu m...