NOT:Diyarbakır'ı kendi gözümden anlattığımdan varsa kusur memleketimden değil benden kaynaklıdır. Keyifli okumalar😊
~~~~~~~~~~
Derler ki her şehrin bir şeytanı vardır. Diyar-ı Bekir'in şeytanı da bozguncudur. Zamanın birinde halkın ikiye bölünüp birbirine düşman olmasına neden olur. Halk çaresiz kalır. Onların haline acıyan bir evliya,şeytanı asma kilite çevirip İç Kale kapısının sol üst yanına zincirler. O gün bu gündür şeytansız tek kent Amed'dir. Zaten bu yüzdendir ki kendi bir şey yapamayan şeytan insan eliyle yıkmaya çalışır güzel şehri.
Yıkımın ilk emarelerinden olan Dağkapı Meydanın'da surlar arasındaki boşluk Kurtuluş Savaşı'nın hemen ardından olur. Göreve gelen bir binbaşı şehir hava alsın diye surları patlatır.
"Galiba tarihi yapılara,eserlere saygısızlık ülkemizin kültürsüzlük miraslarından,"diye düşündü Emre bölünmüş surlar arasından geçip Suriçi'ne girerken. Kalabalıklar arasında geçip çarşıya girerken hem memleketinin bunca yıkıma karşı dik duruşuna hayran kaldı hem de onun kıymetini bilmeyen her insana sitem etti.
Diyarbakır'da nereyi arabayla gezerseniz gezin ama Suriçi'nin her taşına ayaklarınız değsin. Asıl şehir,asıl ruh,asıl güzellik burdaydı çünkü. Ve Emre de ailesi de hayatları boyunca bu semte arabayla girmemişlerdi.
Accaip özlemişti memleketini. Bir haftadır da hergün aynı yerleri gezip,aynı yerlerden geçmesine rağmen özlemi dinmemişti. Çarşıya girer girmez kendisini karşılayan Nebi Camii ve önündeki ayakkabı tamircileri,tamirci önündeki şalvarlı,takkeli,gömlek ve yelekli Diyarbekirli Xalolar (dayılar),biraz ilerledikten sonra sol tarafındaki Hasanpaşa Hanı ve yolun hemen karşısındaki Anadolu'nun en eski camisi ve islam dünyasının 5. Harem-i Şerif olan Ulu Camii... Tabi tüm bu yol boyunca azalmayan insan kalabalığı. Kulağına çalınan Kürtçe konuşmalar,şiveli Türkçe bile yeterdi mutlu olması için. Çünkü Diyarbekir her şeyiyle mutluluk sebebiydi zaten.
Bir zamanlar ayakkabıcıların tezgah açtığı Ulu Camii'nin önündeki boş meydan artık oturma alanıydı. Şu anda ise meydanda kalabalık insan grubunun etrafını sardığı iki genç Kürtçe-Türkçe şarkı ve türküler söyleyerek para kazanmaya çalışıyordu. Yüzünde hafif bir tebessümle kalabalığı atlayıp etrafını izlemeye devam etti. Hasanpaşa Hanı'nın girişinin hemen yanındaki Tarihi Kuyumcular Çarşısı'nın yıpranmış tabelasına rağmen içerisi gayet canlı görünüyordu. Yıllardır asla kıymetini kaybetmeyen Suriçi gibi bu çarşı da hala çok fazla müşteri çekiyordu. İçerisi altın gibi parlayan sarı ışıklı çarşıdan gözlerini ayırıp ileriye dikti.
Ulu Camii'nin hemen bitiminde Ermeniler'in şehri terk etmeden önce yaktıkları Yanmış Çarşı yani nam-ı diğer Çarşiya Şewitî,onun karşısında yani Kuyumcular Çarşısı'nın bitiminde de Yoğurt Pazarı vardı. Bir tarafta kıyafet,ayakkabı satılırken diğer tarafta adının temsil ettiği gibi gıda ürünleri bulunuyordu.
İnsan selinin yoğunlaştığı cadde boyu ilerlerken her dükkana her çarşı girişine - carşıların birden fazla girişi vardı - tek tek dikkatle baktı. Cadde bitip de dörtyola varınca alışkanlık gereği sol tarafına baktı. Dedesinin evinin olduğu,çocukluğunun en güzel günlerinin geçtiği Hançepek'in şimdilerde polis kordonuyla çevrili,görünmeyen sokaklarına dikti gözlerini. Sadece Dört Ayaklı Minare'nin ve adını hala bilmediği caminin onlara geriye kalmış olması boğazına diken batıyormuş gibi hissettirmişti. Arnavut kaldırımlı sokaklar şimdilerde yıkılmış evlerin betonlarıyla kaplıydı muhtemelen. Acaba dedesinin tarihi avlulu evi ne haldeydi? Bahçesindeki dut ağacı yıkılmış mıydı? Gözleri yanarken biraz daha bakarsa sonucunun iyi olmayacağını anlayıp yoluna devam etti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YAKAMOZ
Krótkie OpowiadaniaTüm hayatını sahip olduğu fikirleriyle yaşayan bir adam ile hiçbir ideolojiye sahip olmayan adamın hikayesi... 10.12.2017~19. 11.2018