Yatakta uyuyan karısını uzun uzun seyretti Leon. Ardından kalkıp hazırlandı gazeteye gitmek için. Sessiz olmaya çalışıyordu lakin Hilal de uyanacak gibi değildi zaten. Nedendir bilinmez, gece dönüp durmuştu. Sık sık ona bakmak için uyanmıştı genç adam. Leon'un da uyuyacağı tutmuştu o gece. Normalde Hilal'i uyanık gördüğü an uykusu silinir gider, o uyuyana kadar gözünü kırpmazdı ama yorgun hissediyordu kendini.
Gazetede geç saatlere kadar çalışıyordu bu aralar. Sabah erkenden çıkıp öğleye kadar gazetenin işleri ile ilgileniyor, öğlen Hilal'in yanına eve gelip nasıl olduğuna bakıyor, onunla vakit geçiriyordu. Asıl yorucu olan öğleden sonraki işlerdi. Her öğleden sonra Leon dışardan güç bela getirttikleri Fransızca ve Yunanca gazetelerin başına oturuyor, zorlu bir çeviri süreci başlıyordu. Bir de okuduğu Fransızca kitapların çevirisini yapmayı iş edinmişti kendine. Hilal gibi yazabilmeyi çok isterdi ama onun gibi değildi. Kendini denemek istediği bir alandı bu, önem veriyordu Leon. Bu yüzden de ince eliyor, sık dokuyordu.
Bütün bu incelikli çalışmalardan sonra geç saatlerde eve döndüğünde zihni öyle yorgun oluyordu ki kimi zaman Hilal'in anlattıklarına bile dikkatini vermekte zorlanır olmuştu.
Dördüncü ayındaydı Hilal'in gebeliği. Neyse ki Hilal kendine de, bebeğe de iyi bakıyordu.
Gazeteye giden yolu arşınlarken bir kaç esnafa selam verdi, kolaylık diledi. Başlarda ona bir garip bakan esnaf şimdi alışmıştı bu naif genç adama. Karısının vatanperverliği, vatan uğruna şehadet şerbetini içen annesi ve babası ve ikisinin arasında ki neredeyse imkansız denen sevdadan vazgeçmeyişleri bir efsane gibi yayılmış, herkes öğrenmişti. Muzaffer Türk ordusunun değerli bir subayı olan Yakup'un, Leon'a duyduğu saygı da etkili olmuştu insanların Leon'a bakışının değişiminde. Hala bazı mırıltılar gelirdi kulağına, bir Türk kızının bir Yunan askeri ile ne işi olur, diye ama artık ne Leon bir Yunan askeriydi ne de işgal söz konusuydu.
Memlekete başka bir güneş, parlak bir ışık doğmuştu ve geçen bütün o zor zamanların ardından Leon da o güneşin sıcaklığı ile ısınıyor, o ışık daha çok parlasın diye çalışıyordu. Tıpkı haksız bulduğu işgali yapan kendi memleketinin ordusu olmasına rağmen buna karşı mücadele ettiği gibi.
Nefis kokuların yükseldiği mahalle fırınından içeri girerken tezgahın başındaki adama gülümsedi, "Hayırlı sabahlar" dedi. Lütfü'nün çayı çoktan demlediğine emindi. Fırından bir şeyler aldı kahvaltı için, elinde kese ile adama "Hayırlı işler" diyerek gazeteye yöneldi yeniden.
Binanın kapısından girdiği an saz sesleri duydu içeriden. Osman ve Cezmi buradaydı anlaşılan, ara ara kaybolur, sonra çıkar gelirlerdi lakin sabahın köründe bu neyin eğlencesiydi acaba? Gerçi eğlenceli bir melodi de değildi çaldıkları ama yine de garipsedi Leon. Çatık kaşlarla içeri girdiğinde üç erkek yüzü ona döndü, bir süre sessizce bakıştılar.
Hepsinin aklına aynı anılar üşüşmüştü zira. Leon, Halit İkbal'i ararken bir grup askerle matbaayı basışını, Osman, Cezmi ve Lütfü de şimdi aralarında olmayan Haydar abileri ile matbaada hazır ola geçip bu Yunan teğmeni nasıl atlatacaklarını bilemeyişlerini hatırlamış, hepsi hüzünlenmişti ellerinde olmadan.
Leon'un kaşları hafifçe kalktı, gülümsedi. Çok zaman geçmişti o günlerin üzerinden. Öyle çok şey değişmişti ki. Çok kişi gitmişti hayatlarından, çok başka şeyler girmişti hayatlarına. O gün ağızlarından laf almak için baskı kurduğu bu adamların elinden içtiği acı kahvenin gerçekten hatrı kırk yıl sürecek bir dostluğa dönüşeceğini söyleseler, güler geçerdi.
Elindeki kese kağıdını kaldırdı Leon. Onu beklermiş gibi tısladı ocağın üzerindeki çaydanlık. O ses bulundukları zamana döndürdü hepsini. Cezmi ve Osman gülümseyerek Leon'u selamlarken Lütfü "Tam zamanında, kaynanan seviyormuş" deyiverdi. Bir anlık dalıp gidişten sonra gülümsediler yeniden.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sınırsız
FanfictionAy ışığı ve yıldızlar şahit oldu verdikleri sözlere. Kalpleri ve ruhları gibi bedenleri de bir olmuştu artık. Yeni bir ortak noktaları vardı. Leon Hilal'e, Hilal Leon'a asla doymayacaktı.