Hiç konuşmadan bütün bir günü geçirmeyi başarmışlardı. Evliliklerinin ilk günlerinde bile birbirlerine söyleyecek hiçbir şeyleri yoktu. Sadece genel konular hakkında üç beş çift laf etmişlerdi. Konuşmaları çoğunlukla ‘Temizlik malzemeleri nerede?’ yada ‘Bu akşam Fransa kıyılarına yanaşmış oluruz.’ üzerineydi.
Yorucu ve boş geçen bir günden sonra Ashley çok terlemişti ve sıcak güneşin altında yandığını hissediyordu. Bu durumda en iyisi ılık bir banyo olacaktı. Aslında denizde yüzmeyi tercih ederdi. Yorgunluğunu da atmış olurdu, harika olurdu. Ama bu sinir bozucu gemiciyi ikna etmek hiç de kolay değildi. Adam güneş batmadan önce Fransa’ya yanaşmayı kafasına koymuştu. Gemiyi durdurup on dakika yüzmesine izin vermedi. Yorgunluğunun üzerine bir de öfkeyle yüklenen genç kadın sinirle ayaklarını yere vurarak kamarasına gitti ve kapıyı çarparak kapattı.
Ellerini beline koyup artık tanıdık gelmeye başlayan büyük kamaraya bakarak ne yapabileceğini düşündü. Gemide evdeki gibi bir su sistemi yoktu. Eski usullerde yapması gerekiyordu bunu. Kahretsin! Sanki yeterince yorgun değildi. Eğer içinde azıcık centilmenlik olsaydı o grimsi yeşil gözlü gıcık insan yardım teklif eder yada banyo yapmak isteyeceğini düşünürdü. Ama hayır, centilmenliğin kıyısından bile geçmiyordu! Zaten Ashley de onun yardımını isteyecek değildi. Derin bir iç çekerek büyük banyoya dikey şekilde konmuş tahta küveti düzgünce odanın ortasına yerleştirip bir kovanın da yardımıyla içini doldurmaya başladı.
Sonunda Fransa’ya varabilmişlerdi. Elinden geldiğince hızlı gelmiş olsalar da Sawyer daha erken varmaları gerektiğini düşünmekten kendini alamıyordu. Tahminen akşamüzeri üç sularında buraya varmış olacaklardı. Ortalama bir saatlik yükleme sonrasında da saat beş gibi Atlantik’e doğru yol almaya başlayacaklardı.
Ülkesi adına pek çok savaşa katılmış olabilirdi ama pek de bağlı olduğu söylenemezdi. Özellikle de kralla yaşadığı son tartışmadan sonra. Çekici bir erkek olmanın başa bela olacağını kim bilebilirdi ki? Çoğunlukla kabul ettiği o müthiş ‘tek gecelik eğlence’ tekliflerinden biri de Kraliçe tarafından gelince bu haberin Kral’ın kulağına gitmesi pek de uzun sürmemişti. Reddettiğini ne kadar söylese de Kral James ve onun aşağılık kompleksi bunu sindirememişti. Gözünü bile kırpmadan donanma komutanını sus payı olan epey cömert bir miktarla birlikte kovmuştu. Bir daha karşısına çıkmamasını söylemekten de geri kalmamıştı. Bunu memnuniyetle yapan Sawyer, İngiltere’nin sevgili dostu ve ezeli düşmanı Fransa kıyılarından elinden geldiğince hızlı kaçmak istiyordu. Buradaki bir ahbabından alacağı yiyecek ve gerekli malzemeleri temin ettikten sonra açılacak ve bir daha da dönmeyecekti.
Artık evliydi. Bir yere gideceğini karısına söylemesi gerekir miydi? Bu kadının ne yapacağı belli olmazdı. En azından bilgilendirse iyi olurdu. Bir de Fransa boyunca onu aramak istemiyordu. Kim bilir neler yapardı o şeytan gibi çalışan aklıyla. Bir belaya daha ihtiyacı yoktu.
Uzun, sabırsız adımlarla sevgili karısının kamarasına doğru ilerledi. Sadece su sesi geliyordu. Büyük ihtimalle de gemiye vuran denizin sesiydi. Aklı hala alacağı malı nereye sığdıracağı düşüncesiyle meşgulken kapıyı çalmak aklına bile gelmedi. Hafifçe araladı ve nefesini tuttu.
Aklındaki tüm düşünceler bir anda uçmuştu. Hatta düşünme yeteneğini bile kaybetmiş olabilirdi. Dilini ise kesinlikle yutmuştu. Nefes dahi alamıyordu. Ciğerleri bir parça oksijen için yanıyordu ama Sawyer gözünü bile kırpamıyordu. Kendini, Persephone’yi dikizleyen Hades gibi hissediyordu.
Önünde bir tanrıça vardı. Tanrıça çıplaktı. Islakken bile dalga dalga görünen yumuşak, kızıl kahve saçlarından akan sular özenle yontulmuş gibi görünen bedenine damlıyordu. İpek gibi teni gaz lambasının yumuşak ışığında altın gibi ışıldıyordu. Kalçaları tam da pantolonunun gösterdiği gibiydi. Ve göğüsleri… Dik dolgunluklar ağız sulandıracak bir görünüme sahipti. Sawyer daha fazla dayanamadı.
Nefes nefese kapıyı öylece açık bırakarak hızla temiz havaya çıktı. Çılgınca atan kalp atışlarını sakinleştirmek, kan akışını beynine yönlendirmek ister gibi hızla gemiden inip Fransa sokaklarında rastgele yürümeye başladı. Aklını çalıştırabildiğinde malzemesini almaya gidebilirdi.
Ashley banyo yaparken bir ara kapı gıcırtısına benzer bir ses duymuştu ama büyük ihtimalle gemiden geldiğini düşünüp önemsememişti. Tam zamanında bitirmişti banyosunu. Saçlarını kuruması için serbest bırakmıştı. Adamlar bir yandan gemiye tahta sandıklar içinde malzeme yüklerken Ashley de ortada dolanıp Sawyer’ı arıyordu. Yine denizci pantolonunu ve gömleğini giymişti. Saçlarını tepeden toplayıp taktığı şapkanın altına gizlediği için adamların arasında rahatça dolaşabiliyordu.
Güneş hemen hemen batmıştı. Neredeydi bu Tanrı’nın cezası adam?! İçinde var olmadığını bilmediği kadınsı bir yan onun barda bir kadınla yiyişiyor olduğunu düşünüp hem öfkeleniyor hem de ne kadar itiraf etmek istemese bile kıskanıyordu. Sawyer onundu! Şey, en azından peder öyle söylemişti. Sadece bir iki gün içerisinde onu bu kadar sahiplenmiş olmak genç kadını inanılmaz şaşırtmıştı. Yine de onu bulacaktı.
Gemiden inerek bilmediği sokakları adımlamaya başladı. Liman çevresinde mutlaka bir denizci barı vardı. Aslında biraz Fransızca da biliyordu. Birine sorabilirdi. Ancak sesinin cinsiyetini belli etmesinden çekiniyordu. Normalde alışkındı denizcilerin arasında olmaya. Neden bu kadar dert ediyordu bilmiyordu.
İşte! Sonunda bulmuştu barı. İçerideki tablo klasikti. Kavga eden sarhoşlar. Bardan yükselen kahkahalar. Zevk düşkünü kadınların inlemeleri. Sigara dumanından oluşan sis. Bayat alkol kokusu. Peki bunca kalabalığın arasında tek bir adamı nasıl bulacaktı?
O sırada geçmişten gelen bir ses bunca gürültüye rağmen kulaklarını doldurdu.
“Ashley?”