“Sen sarhoşsun.”
“Hayır, değilim.” Gerçekten de sarhoş değildi. Şey, en azından o kadar değildi. Alkolün biraz cesaret verdiği doğruydu. Ancak aklı hala yerindeydi. Ayıkken de o öpücüğü istemişti ve şimdi de istiyordu. Tereddüt edecek ne vardı ki? Sonuçta kocasıydı.
Sawyer yine de tereddütteydi. Daha ilk andan beri öpmek istediği o pembe, dolgun dudaklar altın tepsiyle kendisine sunulmuştu ve Sawyer onu geri çeviriyordu. Evet, onu öpmek istiyordu fakat bu şekilde olmasını istemiyordu. Tahmini doğruysa –ki büyük ihtimalle öyleydi- Ashley daha önce kimseyi öpmemişti. Ve Sawyer onun ilk öpücüğünün her bir anını hatırlamasını istiyordu. Tıpkı ilk seferinde kollarına kendi isteğiyle gelmesini istediği gibi. Ama, madem bir öpücük istiyordu… Bunu yapabilirdi.
Gözlerini karanlıkta fener gibi parlayan yeşil gözlere dikerek öpecekmiş gibi yüzünü avuçlarının arasına aldı ve kendine yaklaştırdı. Dudaklarını dudaklarına doğru götürürken son anda biraz daha yükselerek alnına minik bir öpücük kondurdu.
“İşte,” diye mırıldandı. “Seni öptüm. Memnun oldun mu?”
Ashley hayal kırıklığıyla inledi. Hepsi bu kadar mıydı yani? Hiçbir şey hissetmemişti bile. Dudakları tenine neredeyse dokunmamıştı. O aptal kızlar bunun neresini seviyorlardı? Gerçi diğer erkeklerin böyle öpüşmediklerinden neredeyse emindi.
“Madem beni sevmiyorsun, beni istemiyorsun, o zaman neden benimle evlendin, seni lanet olası baş belası?! ” Umutsuzlukla acısını haykırmıştı. Onun beğenisine sahip olmak, onun tarafından istenmek nedenini bilmediği bir şekilde önemliydi. “Neden benim hayatımı mahvettin?”
Sawyer dudaklarını bir kez daha alnına değdirdi. Bu sefer daha uzun tutmuştu. “Yat ve uyu sevgilim. Yorucu bir gün oldu.” Elinden tutarak genç kadını yatağa yönlendirdi. Ashley uslu bir çocuk gibi itaat etmişti. Karısının yerleşmesini bekledikten sonra ona iyi geceler diledi ve kamaradan çıkıp kapıyı kapatmadan önce üfleyerek mumu söndürdü.
***
Bu lanet baş ağrısı da neydi böyle? Ahh Tanrım, katlanılacak gibi değildi. Sanki saat kulesinin çanları başının içinde çalıyor, sallandıkça beynine çarpıyordu. Yatağının sallanıyor olması da durumuna pek yardımcı olmuyordu. Sallanan yatak mı?
Ashley hızla yatağından fırladı ve banyoya koştu. Midesini boşaltmak biraz olsun kendine gelmesini sağlamıştı. Dün gece ne yapmıştı ki? Ah, hatırlıyordu. Connor’la karşılaşmıştı. Onun arkadaşlarıyla birlikte eğleniyorlardı. Bira yarışında herkesi geride bırakmıştı. Ve sonra o gelmişti… Sawyer. Birlikte gemiye gelmişlerdi ve… Hayır! Gerçekten onu öpmesini söylememişti, değil mi? Hepsi kesinlikle bir rüya olmalıydı. Bulanık ve berbat bir rüya. Ashley asla öyle bir şey söylemezdi. Yoksa söyler miydi?
Kendine geldikten sonra üzerine klasik denizci kostümünü geçirerek kocasını aramaya güverteye çıktı. Bunun yerine manzara dikkatini çekti. Etraflarında sadece deniz vardı. İngiltere’ye geri dönüyor olmak onu memnun etmişti. Kocasını bulunca bu düşüncesini teyit ettirmek ister gibi sordu.
“İngiltere’ye mi dönüyoruz?” Sawyer hesaplamakta olduğu rakamlardan başını kaldırmadı. Karısının geldiğini bir şekilde hissetmişti.
“Hayır.”
“Peki, öyleyse nereye gidiyoruz?” Genç kadın sesindeki endişe kırıntısından nefret etti. Neler geçiyordu bu adamın aklından?
“Yeni Dünya denen yeri hiç duydun mu?”
“Amerika mı? Elbette. Bunu her denizci biliyordur.” Ashley aradaki bağlantıyı çözmekte zorlanıyordu.
“Güzel. Atlantik bu mevsimde durgun olur.” İşte o anda zihninde bir anahtar döndü ve neler olduğunu anladı.
“Bana Amerika’ya gittiğimizi söylemiyorsun, değil mi?” diye sordu dikkatle.
“Tam üstüne bastın tatlım.” Genç adam onun bu şaşkınlığı üzerine başını kaldırıp ona bakmıştı. Onun gibi bir güzelliğe sahip bir kadın ne kadar berbat görünebilirse o kadar berbat görünüyordu. Ama yine de inanılmaz görünüyordu.
“Sen gerçekten aklını kaçırmışsın! Ne yani, biz şimdi Atlantik’e açılıyoruz?” Gözlerini inanamamazlıkla kocaman açmıştı.
“Amerika’ya gitmek için Atlantik’i aşmamız şart.” Dedi Sawyer uyuşukça. Onun neden böyle bir tepki verdiğini anlamıyordu.
“Tanrı aşkına, ne yaptığının farkında mısın? Kocaman gemide sadece iki kişiyiz. Hiçbir tayfan yok. Aynı anda dümeni kontrol edip diğer işlere yetişemezsin! Ne yaptığını sanıyorsun, seni lanet olası kalın kafası adam?!” Ashley çığırından çıkmış gibi bağırıyordu. Yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu.
“Her zaman baban gibi bir denizci olup, kendi serüvenini yaşamak istemiyor muydun? İşte sana fırsat.”
Bu adam bütün bu şeyleri nereden biliyordu? Ah, doğru ya, dün akşam kendi ağzıyla söylemişti hepsini. Ve şimdi de ona karşı koz olarak kullanıyordu. Artık sinirden ve baş ağrısından öyle bir gözü dönmüştü ki Sawyer’ın alaycı yüzüne tokat atmak için elini kaldırdı.
Ama tokadı asla yerine ulaşamadı. Kocası kocaman eliyle kolaylıkla yakalamıştı incecik bileğini. Hepsi yetmezmiş gibi bileğinden çekerek vücudunu vücuduna dayadı ve yüzlerini birbirine yaklaştırdı. Ashley karşı koyamayacak kadar çok şaşırmıştı.
Sawyer bir süre sessizce kızın morarmış göz altlarını ve öfkenin yarattığı kızarıklık sayılmazsa bembeyaz olan yüzünü inceledi. İfadesi ciddiydi.
“Kendini nasıl hissediyorsun?” diye mırıldandı. Temiz, sıcak nefesi Ashley’nin yüzü okşamıştı. Genç kadın iyice afalladı.
“İ-iyiyim.” Dedi yavaşça. Bu zorba yakından daha da çekiciydi. Her şeyden öte dumanlı yeşil gözlerindeki ilgi ve endişe parıltıları genç kadının kalbine dokunuyordu.
“Dün gece olanları hatırlıyor musun?” diye sordu dikkatle. İşte en utanç verici kısmı başlamıştı. Ashley bakışlarını kaçırmak istedi ama yapamadı.
“Evet.”
“O zaman söyle bakalım. Hala seni öpmemi istiyor musun?”