Adımlarım duraksayacak kadar yavaşladı. Onun tongasına düşerek arkadaşlarımın yanından kalktığım için pişman olsam da içeri giremeyecek kadar geç kaldığım için bu pişmanlığımı yüzüme yansıtmamaya çalıştım. Becerip beceremediğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
Attığım her adımla dudaklarının köşesi yukarı kıvrılıyordu. Sinirimi bozuyordu bozmasına ama kızamıyordum; kalbim daha hızlı atıyor, ondan daha çok etkileniyordum ve bu da iyiden iyiye delirmeme neden oluyordu.
Onun karşısına geçtiğimde hiç istifini bozmadan bana bakmaya devam etti. Eli siyah kot pantolonunun cebindeydi, sırtı hafif kambur, bir ayağı diğer ayağından daha önde...
Omzumun üzerindeki saçlarımı tek eliyle sırtımın arkasına itip kalçasını arabasının kaportasından ayırdı, iki ayağının üzerine sağlam bastı. Sırtını dikleştirmesiyle aramızdaki mesafe de azaldı. Neden bilmiyorum ama yutkunmak zorunda hissettim kendimi.
"Güzel olmuşsun," dedi. İltifat eder gibi değil de, sanki normal bir konu hakkında bana bir şey söylermiş gibiydi. Öyle sıradan, öyle ruhsuz...
"Sağ ol," dedim aynı onun gibi ruhsuz bir tavırla, hatta belki biraz da döver gibi. "Sen nereden öğrendin burada olduğumu?"
Cevap vermekten kaçarak "Zor olmadı," diye mırıldandı, sonrasında başıyla arabasını işaret etti. "Gidelim mi?"
Başımı tamam anlamında aşağı yukarı salladım. Beni kendisi için özel bir yere götüreceğini söyledikten sonra neresi olduğunu kafamda kurmaktan artık saçmalamaya başlamıştım, ki şu andan sonra öyle bir yer olduğunu da sanmıyordum. Engin sırf beni meraklandırarak, birlikte vakit geçirmek için önüme yem atmış, ben de sazan gibi atlamıştım.
Arabada kendi tarafına geçerken "Hadi o zaman, bin," dedi eğlenir tonda. Onun ağına düşmem konusunda bir imada bulunmasa da, kendi içinde eğlendiği çok açık belliydi. Sinirle dudaklarımı birbirine bastırıp gülümsemeye çalıştım. O, arabanın kendi oturacağı tarafındaki kapısını açtığında ben hâlâ olduğum yerde, hareket etmeden duruyordum. Göz göze geldik; dudakları gülümseyecekmiş gibi gerildi ama gülümsemedi, yanaklarını içe doğru çekti, böylelikle keskin yüz hatları daha da belirginleşti.
Bakışlarımı kaçırarak arabaya bindim. Elini direksiyona atıp "Nasıl geçti?" diye sordu.
Ne, nasıl geçmişti?
Başımı çevirerek ona baktığımda "Yemek," diye bir vurgu yaptı. Onu ektiğim için hafif de olsa bir sinir sezdim sesinde. İtiraf etmem gerekirse bu, bozulan moralimi yerine getirecek kadar sevindirdi beni. Oturuşumu düzelttim.
"Güzeldi, seni ekmeme değdi."
"Güzel olan neydi? Yemekler mi, mekân mı, yoksa?.."
Yoksa Mert mi?
"Doğru düzgün bir şey yemedim, mekân da zaten her zaman gittiğimiz yerlerden biri..."
Sorusunun cevabını almış olmalı ki "Öyle mi?" dercesine kaşlarını kaldırdı. Uzunca bir süre bir şey sormadı, hatta konuşmadı ama aksine söyleyeceği bir şey varmış gibiydi.
Muhtemelen, "O yüzden seni çağırdığım için geldin, değil mi?" diye alay edecekti benimle. Ya da "O kadar keyifliydi madem, gelmeseydin," de diyebilirdi. Ne diyecekse desin hoşuma gitmeyeceğine emindim, bu yüzden konuşmaması benim için çok daha iyiydi.
Sessiz geçen araba yolculuğumuzun sonunda Engin, "Geldik," deyip arabayı istop ettirdi. Arabanın içinde başımı eğerek, geldiğimiz yere baktım. Atölye, depo tarzında bir binaydı. Tam olarak nasıl bir yere geldiğimizi anlamamıştım çünkü tabelayı okuyamıyordum, daha öncesinde bu tarz bir yere gelmediğime de emin olduğumdan fikir de yürütemiyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Polis Şakaya Gelmez
RomanceŞakadan zerre anlamayan birine okkalı bir şaka yaparsanız elde edeceğiniz şey yüklü bir para ve birkaç bin fazla tıklanma olmaz. En azından benim öyle olmadı. Yayınlanma tarihi: 14.06.2019