Taehyung’un bakış açısından
Gözlerimi yavaşça araladığımda sanki hafif bir müzik ritmi beni selamlıyordu. Nereden geldiğini anlayamadığım bu sesi takip etmeye karar vermiş olsam da vaktim yoktu, hemen hazırlanmam gerekiyordu. Bright Shine dergisi ile yaptığım pek acil sözleşme sonrası dergide kendime ait bir köşe kapabilmiştim. Çocukluğumdan beri hayalim olan yazarlığa sonunda güçlü bir adım atabilmenin haklı gururu ile apar topar üzerime bir şeyler geçirdim. Siyah boğazlı kazağımın üzerine kırmızı bir gömlek ve altına da siyah kot giydim. Tabii, kırmızı beret şapkamı da taktım. Şapkanın bana uğur getirdiğine olan inancım Tanrı’ya olan inancımdan belki çok daha fazlaydı.
Bright Shine’ın görkemli binasına geldiğimde görevliler hafifçe başları ile beni selamladı. Daha geçen hafta yaka paça atıldığım bu binaya şimdi saygın biri olarak girmek epey gülünçtü ama vazgeçmeyecektim. Asansöre binip sekizinci katın düğmesine bastığımda midemde heyecandan dolayı bir bulantı belirmişti. Üstelik bu saatte Jung Hoseok’un sesini duymayı da hiç istemiyordum ama mecburdum. Jung Hoseok’tan nefret etmiyordum veya ona karşı bir önyargım yoktu ama yine de kendine olan düşkünlüğü bazen beni yoruyordu.
Sekizinci kata gelip de ışıklar yanınca yavaş adımlarla ilerleyip Jung Hoseok’un odasına yöneldim. O ise odanın girişinde birkaç takım elbiseli adam ile hararetli bir konuşma yapıyordu. Şapkamı düzeltip boğazımı temizleyerek geldiğimi ima ederken o da göz ucuyla bana baktı, daha sonra yanındaki adamlara bir şeyler deyip onları başından savdı.
“Sevgili Taehyung, hoş geldin!”
‘Sevgili Taehyung’ mu? Herhalde keyifli günündeydi. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı ve normaldekinden daha ciddi kıyafetler giymişti.
“Merhaba Jung Bey…”
“Bugün seni ofisteki önemli kişilerle tanıştıracağım, hepsi seninle tanışmak için sabırsızlanıyor. Hazır mısın?”
Kafamı onaylar anlamında birkaç kez salladım ve o da gülümsedi. Daha sonra gözleri kıyafetlerimde gezdi ve en son kırmızı beret şapkamda son buldu.
“Bu şapkayı gerçekten seviyor olmalısın…”
“Evet, çok severim.”
Birkaç saniye bakışlarımız birbirine kilitlense de hemen gözlerimi kaçırdım. Çok fazla gözlerimin içine bakıyordu ve öyle zamanlarda ne diyeceğimi karıştırıyordum. Sanki sürekli bir sır saklıyormuşum da bunun için beni cezalandırıyormuş gibi hissediyordum, Jung Hoseok garip bir adamdı.
O bana ofistekileri tanıtırken ben de bir yandan çekimser şekilde başımla herkesi selamlıyordum. İnsanlar çok ilginç bir görüntüm varmış gibi şaşkın şaşkın beni izlerken nedense düşünceli gözüküyorlardı. Benim belki de buraya ait olmadığım fikrine kapılmışlardı, kim bilir. Birkaç tuhaf bakış yüzünden gardımı indirecek değildim.
Uzun koridorları geçip de daha sakin bir alana geçtiğimizde oyuncak figürlerle kaplı bir masa ve iki adam vardı. İkisi de bize dönünce Jung Hoseok öne atılarak onlara gülümsedi.
“Ah sevgili Park Jimin, sana bahsettiğim Kim Taehyung işte burada!”
Masanın yanında ayakta duran sarı saçlı adam gülümseyerek bana baktı. Ne kadar da sevimli biriydi, dolgun yanakları ve pembe dudakları vardı. Masada oturan adam ise onun aksine meraklı gözlerle bana bakıyordu. Bol bir eşofman takımı giyiyordu ve yapılı bir vücudu vardı.
Park Jimin gülümseyerek bana yaklaştığında ben de ister istemez ona gülümsedim.
“Jung Bey sizden bahsetmişti. Ben Park Jimin, dergimizdeki editörlerden biriyim.”
“Çok memnun oldum.”
Jung Hoseok keyifle bizi izlerken gülerek masaya yaklaştı ve eliyle masada oturan kişiyi kibarca işaret etti.
“Bu da dergimizin yıldızı, yazar Antoinette!”
Ne? Bir dakika… Antoinette’nin kadın olması gerekmiyor muydu? Bright Shine dergisinin en çok kazanan yazarı, genç kızların kalbini hoplatan romantik hikâyelerin de kurucusu bu genç oğlan mıydı? Antoinette lakaplı bu yazar geçen yılın en çok okunan romantik-komedi hikâyelerini yazmış, tüm kızların hayallerindeki aşkı kâğıtlara uzunca dökmüştü. Merakımdan birkaç kere ben de okumuştum ve gerçekten dizi tadında buram buram romantizm içeren hikâyelerdi.
“Erkek olmamı beklemiyordun, değil mi?”
Gülerek bana bakan oğlana karşı şaşkınlığımı gizleyemeden ‘Evet’ cevabını verdim.
“Benim adım Jeon Jungkook, bina içinde Jungkook diye hitap edebilirsin. Antoinette sadece yazar kişiliğim için bir lakap.”
Bu sırada telaşlı gözüken Jimin küçük ellerini havaya sallayarak bana baktı.
“Lütfen bunu dışarıdan birileriyle paylaşma, Jungkook’un gerçek kimliği bizim en büyük sırrımız.”
“Gerçekten en büyük sırrımız bu mu?”
Antoinette’nin yani Jungkook’un bu sorusu yüzünden kıpkırmızı kesilen Jimin oldukça sinirli bir şekilde Jungkook’a baktı ama genç oğlan ise büyük bir başarı elde etmiş gibi kıkır kıkır gülmeye başladı.
Bu sırada Jungkook’u görmezden gelen Park Jimin çekinerek Jung Hoseok’a yaklaşıp telefonundan birkaç mail gösterdi. Jung Hoseok ise çenesini yavaşça kaşıyarak telefonu eline alıp mailleri tekrar okudu.
“Taehyung, bizi burada biraz bekleyebilir misin? Jimin ile konuşmam gereken bir konu var. Konuşmamız bitince sana ofisi göstermeye devam edeceğim.”
“Tabii, lütfen rahatsız olmayın.”
Park Jimin ve Jung Hoseok mailler hakkında konuşarak yanımızdan uzaklaştıklarında ben ve Jungkook da baş başa kalmıştık. İzin isteyerek Jungkook’un masasının önündeki boş sandalyeye oturdum. O ise benim orada olmamdan pek etkilenmeyerek önündeki taslaklara hızlı hızlı bir şeyler not alıyordu. Ortamın sessizliğini bozmak adına masasındaki Kaptan Amerika figürünü alıp gülümsedim.
“Koleksiyonunuz var herhalde.”
Jungkook ise bakışlarını yavaşça benim üzerimde gezdirdi daha sonra tekrar kıkırdayarak güldü.
“Henüz benim değiller ama olacaklar.”
Demek istediğini tam anlayamadığım için figürü yavaşça yerine bırakıp ona baktım. O ise kollarını göğsünde bağdaştırıp figürlerine bir göz gezdirdi.
“Bunların hepsi Jimin’in hediyesi diyebilirim. ”
Gözlerim büyümüştü, öncelikle bu figürler epey pahalıya benziyordu ve Jimin’den bahsederken herhangi bir saygı eki kullanmamıştı.
“Çalışma şekillerimiz Jimin’le pek uymuyor. O her aradığında bana ulaşmak, her istediğinde benim hikâyelerimi bitirmemi bekliyor. Ama bu çok zor, değil mi? Jimin buna tembellik diyor ama oysa ben doğru zamanı bekliyorum.”
“Doğru zamanı bekliyorsunuz?”
“İlhamın gelmesi için tabii, başka ne olacak! Her neyse… En sonunda Jimin’le bir anlaşma yaptık. Eğer ben ofise gelip onun gözünün önünde tüm hikâyelerimi zamanında tamamlarsam o da bana bu figürleri hediye edecekmiş. Hem masama sevdiğim abur cuburlar koymayı da hiç ihmal etmez!”
Biraz kafam karışmıştı. Jungkook ilginç birine benziyordu ve onu tam olarak anlayıp anlamadığımdan emin değildim. Acaba Antoinette hayranları, gerçekte onun birkaç paket cips ve Marvel figürleri karşılığında hikâye yazan bir oğlan olduğunu bilselerdi hayal kırıklığında uğrarlar mıydı? Nedense bu soruya bir cevap bulmakta zorlanmıştım.
“Jimin senin de mi editörlüğünü yapacak?”
Kocaman gözleri ile bana bakan Jungkook’un sorusuna kafamı sallayarak cevap verdim.
“Hayır, Jung Hoseok bizzat benim hikâyelerimle ilgileneceğini söyledi.”
“İyi o zaman.”
Birkaç kez gözlerimi kırpıştırdım ve Jungkook’a baktım. ‘İyi o zaman’ derken tam olarak neyi kastetmişti, merak etmiştim. İnsanların verdikleri cevaplar üzerine çok fazla düşünüyor olmalıydım.
Tam bu sırada Jimin ve Jung Hoseok yanımıza geri döndüler.
“Seni de beklettik Taehyung.”
“Hiç sorun değil.”
Tam bu sırada masadan kuvvet alarak ayağa kalkan Jungkook gürültülü bir şekilde “Jimin!” diye seslendi. Park Jimin yumuşak ifadesine rağmen oldukça sert bir ses tonuyla Jungkook’u uyardı.
“Seni kaç kere benimle saygılı bir şekilde konuşman konusunda uyardım.”
“Ama sana bakarken Jimin’den başka bir şey ağzımdan çıkmıyor ki!”
“Hala Jimin diyorsun!”
İkisinin arasında kaldığımdan Jung Hoseok eliyle gelmemi işaret etti. Jung Hoseok ile oradan ayrılırken o ikisinin tartışma sesi hala kulağıma geliyordu. Çekinerek Jung Hoseok’a yaklaştım.
“Jungkook ve Park Jimin’in arasında bir sıkıntı mı var?”
“Bu da nereden çıktı? İkisinin arası oldukça iyidir!”
“Ama sürekli tartışıyor gibi gözüküyorlar…”
“Bu onların normal hali, sen de alışsan iyi olur.”
Jung Hoseok dediği şeye gülerken ben ise gülecek bir şey görememiştim. Birlikte ofisin balkonuna çıktığımızda hava soğuk olmasına rağmen oldukça güzel bir manzara vardı. Şehrin manzarası ve ilerideki denizin görüntüsü nefes kesiciydi. Keyifle korkuluklara yaslanırken Jung Hoseok da gülümseyerek bana döndü.
“Burayı beğeneceğini tahmin etmiştim.”
Bir şey demedim ama ben de gülümsedim. Açıkçası Jung Hoseok gibi dergide önemli bir görevi olan kişinin benimle bizzat ilgilenmeyi kabul etmesini ve üstüne de ofisi gezdirmek gibi küçük bir işe kendiliğinden istekli olması beni şaşırmıştı ama aynı zamanda önemli biri gibi de hissettirmişti.
Jung Hoseok da korkuluklara yaslanıp uzakları izlerken ona belli etmeden ona bakmaya başladım. Biçimli bir yüzü ve burnu vardı. Gözleri küçüktü ama güzeldi. Kâkülleri kaşlarının üzerine dağınık bir şekilde düşüyordu. Tam bu sırada Jung Hoseok kendinden emin bir şekilde bana döndü.
“Şehrin manzarası yerine beni izlemeyi tercih etmeni anlayabiliyorum.”
“Ne!”
Bu adamın kendine olan düşkünlüğü ona duyduğum anlık sempatilerin de katili oluyordu. Nasıl bu kadar kendine güvenebiliyordu, anlamıyordum! Hem ben öylesine bir yüzüne bakmıştım, onu izlemiyordum!
Utançtan kızardığımı fark ettiğimde konuyu değiştirmek için tekrar Jungkook’tan bahsetmeye başladım.
“Jungkook ilginç birine benziyor, derginin yıldızı olan Antoinette’yi hiç böyle hayal etmemiştim.”
“Jungkook gerçekten anlaması zor biri ama Jimin bunun üstesinden gelmekte oldukça başarılı. ”
“Park Jimin de onunla çalışmaktan memnun olmalı, bu kadar başarılı bir genç yazarla çalışmak ilginç olmalı.”
“Bundan pek emin değilim açıkçası… Sonuçta dergimizin yıldızı Jungkook ve o ne isterse o olur. Çok daha profesyonel editörlerimiz olmasına rağmen Jimin’le çalışma konusunda ısrarcı olduğu için bu konuda bir değişiklik yapmıyoruz.”
“Burada yazar kimle çalışmak isterse onunla mı çalışıyor? Ben de başarılı olduğumda kendi editörümü seçebilirim demek oluyor bu!”
“Benden kurtulma konusundaki bu heyecanın kalbimi kırdı doğrusu!”
Jung Hoseok bozulmuş ifadesine rağmen havasından ödün vermeyerek saçlarını geriye attı. İçeri girmek için kapının kolunu kavradığında birkaç saniye bekleyip bana döndü.
“Hem senin editör değiştireceğini hiç sanmıyorum, zaten en iyisiyle çalışıyorsun.”
‘En iyisi…’ diye içimden tekrarladım ve birkaç saniye birbirimize bakıp içeri geçtik, hava gerçekten çok soğuktu.
Akşam olup da eve döndüğümde kendimi çok yorgun hissediyordum. Bugün onlarca kişiyle tanışmıştım ve Jimin ile Jungkook dışında hiçbirinin adını hatırlamıyordum. Montumu çıkarıp ayakkabılarımın bağcığını çözerken Namjoon elinde mutfak eldivenleri ile yanımda belirdi.
“Hoş geldin Taehyung!”
Namjoon, abimin en yakın arkadaşı ve benim de abim diyebileceğim kadar yakın olduğum bir kimseydi. Şehirde tek başına yaşıyordu ve bana evini açmayı kabul eden tek kişiydi. Aynı zamanda hayallerimin peşinden koşmamı ve sürekli hikâyeler yazmamı öğütleyen de oydu. Namjoon hyungun bana kendi abimden daha çok yararı dokunduğunu söylersem kendi abime haksızlık etmiş olmazdım herhalde. Namjoon hyungun da gençken müzisyen olmak gibi bir hayali varmış ama bundan yıllar önce vazgeçmiş, şimdi anaokulu öğretmeni olarak çalışıyor ama ben yine de onun gizli gizli şarkı sözleri yazdığını ve beste yapmaya çalıştığını biliyorum.
“Merhaba Namjoon hyung!”
“Günün nasıl geçti?”
“Çok yoruldum gerçekten, bir sürü tuhaf insanla tanıştım ve çok önemli bir sır öğrendim! Kimseye söyleme dediler ama… Duymak ister misin?”
“Bu sır iş hayatına başlamadan son verebilir mi?”
“Hımm… Sanırım evet.”
“O zaman söyleme, biliyorsun sır tutma konusunda pek iyi değilim!”
Hafifçe gülümsedim, dediğinde haksız sayılmazdı. Onunla birlikte mutfağa gidip yemek yapmasına yardım ettim.
Diğer sabah uyandığımda telefonumda yaklaşık beş mesaj vardı ve hepsi de Jung Hoseok’tandı. Panikle yatakta doğrulduğumda mesajlarda şimdiye kadar yazdığım diğer hikâyelerimin de birer taslağını ofise bırakmamı söylüyordu. Normalde bugün ofise gitmeyecektim ama ne oldu da aniden taslaklarıma ihtiyaç duymuştu, anlayamamıştım. Telefon edip maille atmayı önersem de masasında çıktı olarak istediğini söyledi. İstemsizce burun kıvırarak kırtasiye gidip tonlarca çıktı alıp daha sonra da dergi binasının yolunu tutmuştum.
Bu soğuk havada bir ton çıktıyı sadece masasına bırakmak için onca yolu geldiğime hala inanamayarak katları çıkıyordum ki Jimin’in sesini duydum.
“Jung Hoseok’un yanına mı çıkıyorsun?”
“Evet, bu çıktıkları ona vermem lazım.”
“Şu an toplantıda, odasına gitmemen daha iyi olur.”
Hayal kırıklığına uğramıştım, eğer vakti yoksa bunu bana önceden de söyleyebilirdi. Şimdi toplantı bitene kadar onu beklemem gerekecekti. Suratımın düştüğünü fark eden Jimin gülümseyerek yanıma geldi.
“Dışarısı soğuk olmalı, sana bir kahve ısmarlamama izin ver.”
Sorusuna gülümseyerek cevap verdim, Jimin gerçekten iyi birine benziyordu. Taslaklarımı sıkıca koltuk altıma sıkıştırırken Park Jimin’i takip ettim. Otomat makinesinden ikimize de köpüklü birer latte aldıktan sonra kattaki koltuklara oturduk.
“Hikâyelerine göz atma şansım oldum da epey heyecanlı, macera dolu hikayelerdi.”
“Çok teşekkür ederim, sizden bunları duymak beni çok sevindirdi.”
“Biliyorsun Jungkook’la çalışırken sadece romantik hikâyelere göz gezdirmem gerekiyor. Bu da bazen sıkıcı olabiliyor.”
“Demek romantik hikâyeleri sevmiyorsunuz.”
“Sevmiyorum diyemem ama hayranı da değilim. Seninkiler uzun süredir okumadığım bir tarzdaydı o yüzden oldukça keyifli geldi.”
“Buna çok sevindim.”
Antoinette’nin editöründen böyle bir iltifat almak beni gerçekten çok mutlu etmişti. Kurguma her zaman güvenmiştim ama yine de içimdeki çocukta bir parça da olsa başarısızlık, hayal kırıklığına uğrama korkusu vardı. Ne zaman korksam veya ne zaman bir duygu yoğunluğuna girsem kurtuluşu kalemime sığınmakta bulmuştum ve sonunda meyvelerini toplamaya başlamıştım.
Park Jimin ile keyifli bir sohbete yeni yeni dalmıştık ki ‘Park Jimin’ sesi ile ikimiz de yerimizden sıçradık. Arkamı döndüğümde Jungkook’u gördüm. Dünkü salaş halinin aksine dar bir kot ve siyah deri ceket giyiyordu. Yüzü oldukça asıktı ve Park Jimin’e bakıyordu.
“Taslaklarımı yollamıştım ama görüyorum ki daha önemli işleriniz varmış.”
“Birazdan okuyacağım Jungkook.”
“Ah, sohbetten vakit bulabilirseniz tabii.”
Jungkook oldukça sevimsiz bir bakışla beni süzdükten sonra sinirli bir şekilde masasına dönmek için hızlı adımlarla koridorun sonuna yürümeye başladı. Tam anlamıyla şok geçirmiştim ve Jungkook bu sinirinin sebebini adlandıramamıştım. Park Jimin’in benle konuşmasına mı kızgındı yoksa hikâyelerinin bakılmamasına mı? Endişeli bir şekilde Jimin’e döndüğümde o da hızlı adımlarla dönen Jungkook’u izliyordu.
“Taehyung, endişelenmene gerek yok. Jungkook küçük bir çocuk gibidir, sürekli şımartılmayı bekler. Bu tavrı sana özel değil.”
Anladığımı gösterir şekilde başımı salladım ama yine de kafamda bin tilkinin dönmesine engel olamamıştım. Jungkook, Jimin konusunda oldukça sahiplenici davranıyordu ve bu bende pek çok farklı düşünceyi de beraberinde getirmişti ama yine de emin olmadan bir şey söylemek istememiştim.
Jimin izin isteyerek yanımdan ayrıldıktan sonra yaklaşık yarım saat tek başıma beklemek zorunda kalmıştım. Sıkıntıyla saatime baktıktan sonra şansımı denemek için Jung Hoseok’un odasına çıktım ve tam o sırada yaklaşık dört-beş kişinin onun odasını terk ettiğini gördüm, demek ki toplantı daha yeni bitmişti. Birkaç dakika daha bekledikten sonra kapısını tıklatıp içeri girdim. Jung Hoseok yorgun gözlerle bana baktığında zamanlamamın biraz kötü olduğu fikrine kapıldım ama yine de o eliyle gelip oturmamı işaret etti.
“Taslakları getirmene sevindim.”
“Yorgun gözüküyorsunuz.”
“Ah evet, sabahtan beri bitmeyen bir yoğunluk var.”
Jung Hoseok taslakları elimden almak için uzanırken parmak uçları benimkilere değdiğinde içimde garip bir his belirdi. Sanki kızgın bir demire elime değdiriyormuşum gibiydi ama çocuksu durmak istemediğimden bir şey hissetmemiş gibi başımı kaldırdım, Jung Hoseok bana bakıyordu. Ortada hiçbir şey yoktu ama sanki bir şeyler varmış gibi hissediyordum ve bu beni strese sokuyordu.
Taslakları yavaşça elimden alan Jung Hoseok hafifçe gülümsedi ve her zamanki gibi kısık gözleri ile bana uzunca baktı. Onun bakışını bölmek adına boğazımı temizleyip oturuşumu düzelttim.
“Bu taslakları ne için istemiştiniz?”
“İlerleyen zamanlarda bir yarışma düzenlenecekmiş, henüz tarihi belli değil ama ben Jung Hoseok olduğum için kulağıma tabii ki haberi geldi. Bu yarışmaya katılmayı düşünebilirsin, bir hikâye ve şiir yarışması.”
“Hikâye için katılmak isterim ama daha önce hiç şiir yazmadım.”
“Yazmayı deneyebilirsin.”
“Pat diye yazılacak bir şey değil ki şiir. İnsan önce hissetmeli yazabilmek için, hissetmeden ne duyabiliriz ne konuşabiliriz kelimeleri. Şiirler de anlamını yitirir, bomboş dörtlükler haline gelir.”
Jung Hoseok göz gezdirdiği taslaklarım üzerinden bana tekrar bir bakış attı ve gülümsedi.
“O zaman hissetmeyi öğrenmelisin Taehyung. Hissetmeyi öğrendiğinde bana da bir şiir yaz lütfen.”
“Size mi şiir yazayım?”
“Bana derken yarışmadan bahsediyorum.”
“A-ah, tabii.”
Utanarak başımı öne eğdim, gerçekten ne düşünüyordum? Utanç ve onun getirdiği stresle tırnaklarımın kenarları ile oynarken Jung Hoseok da taslaklarımı hızlı hızlı okumaya devam ediyordu. Nedenini bilmiyordum ama kesinlikle kıskanç Antoinette’nin kaleme almayı seveceği türden bir konuşma olmuştu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
My Dear Poem ° Vhope
Fanfiction"Sen benim en güzel şiirimsin Hoseok. Daha önce hiç şiir yazmamış olsam da ve gelecekte eğer tekrar yazacaksam da, sen en güzelisin. Şiir dediğim ama şiir olmayan bu cümleler, onlarca kırgınlığa rağmen kendi sahillerini buldular. Deniz kokulu sen, s...