Merhabalar, hikayeye devam etmeden önce küçük bir not düşmek istedim; bir süre Taehyung'un bakış açısı ile devam edeceğim daha sonra Hoseok'unkine geçeceğim şimdiden belirteyim dedim. Yorumlarınızı bekliyor olacağım, iyi okumalar♡
》》》》》》》》》》》》》》》》》
Taehyung’un bakış açısından
İki haftalık bir düzenleme sonucu hikâyemin ilk bölümü sonunda derginin bu ayki sayısına yetişmiş ve dün basıma son anda teslim edilmişti. Heyecandan uyuyamadığım bir geceden sonra soluğu dergi binasında almıştım. Herkes teslim tarihinin gecikmemesinin mutluluğu ile uykusuz da olsa keyifli gözüküyordu. Hepimiz bilgisayarların başında dergi hakkında eleştiri yazısı yapan köşe yazarları ve blogları takip ediyorduk. Jimin elinde telefonuyla büyük bir hızla Twitter’da aşağı yukarı gelip gidiyordu. İlk kez yaşadığım bu duygu neredeyse kalbimi ağzıma getirecekti.
Jimin gülümseyerek ekrana bakarken bir yandan da bazı yorumları sesli bir şekilde okuyordu.
“Antoinette abla, artık hikâyelerini kalbim almıyor çok heyecanlı olmaya başladı!”
Gülerek Jungkook’a dönme ihtiyacı hissettim.
“Sana abla mı diyorlar?”
O ise gülerek ellerini saçları arasına karıştırdı.
“Eh, zamanla alışıyorsun.”
Jimin ise bizleri susturarak okumaya devam etti.
“Antoinette her zamanki gibi bir numara! Antoinette ölene kadar yazmalısın!”
“Jungie Oppa acaba ne zaman açılacak… Bunu beklemekten yoruldum ama okumaya devam ediyorum, Antoinette lütfen bizi merakta bırakmaktan vazgeç!”
Açıkcası biraz şaşkındım, Antoinette’nin yani Jungkook’un bu kadar çok hayranı olduğunu gerçekten bilmiyordum. Yorumlar o kadar fazlaydı ki en çok aratılan kelimeler arasında bile ‘Antoinette’ ismi vardı. Jungkook’un kişiliği ile yazdıklarını asla aynı tartıda değerlendiremiyordum. Ben şaşkınlıkla yazılanlara bakarken Jimin ise büyük bir sevinçle Jungkook’un yanına gidip saçlarını okşadı.
“Her zamanki gibi iyi iş çıkarttın!”
“Biliyorum.”
İkisi birbirine bakıp gülümserken nedense oradan çıksam daha iyi olurmuş gibi bir hisse kapıldım ama buna cesaret edemedim o yüzden sessizce ekrana dönüp kendim hakkında birkaç yorum aramaya başladım. Başlarda bana dair hiçbir yorum yok sanarak hayal kırıklığıyla sayfaları geçerken sonunda ‘beret’ kelimesi gözüme çarpmıştı. Yorumu yazan kişi on sekiz yaşlarında anonim bir kullanıcıydı.
“Beret şapkalı hikâye dergiye yeni eklenmiş olmalı çünkü daha önce görmediğime eminim! İlginç bir hikâyeye benziyor, sonunda tam olarak sevebileceğim bir şeyler yayınladınız!”
Ah, gerçekten bana umut ışığı olan birileri! Heyecanla altındaki yorum kutusuna tıkladığımda yüzlerce yorum görmek kalbimin atış hızını iki katına çıkartmıştı.
“Taehyung adlı kişi herkimse, bu dergiye daha önce gelmeliydi! Tek kelime ile bayıldım!”
“Beret şapka biraz komik değil mi sizce de? Belki de bir özelliği vardır?”
“Hikâye gerçekten çok heyecanlı, güzel bir giriş olmuş ama eminim ki çok saracak bir hikâye olacak!”
“ ‘Taehyung da kim?’ diye önyargıyla başlamıştım ama bayıldım, Taehyung çok özür dilerim! Lütfen devam et!”
“Antoinette dışında hiç kimseyi okumamama rağmen Beret Şapkalı Kahraman’ı çok sevdim!”
Yorumlar hiç de kötü gözükmüyordu. Mutlulukla birkaç kez yutkunduktan sonra kafamı çevirip Jungkook ve Jimin’e baktım, onlar da benden bir cevap bekliyormuş gibi gözüküyordu. Jungkook gülümseyerek ekranımı işaret etti.
“Neler yazmışlar?”
“Gayet iyi şeyler var, kötü yorum pek az gördüm.”
“Oh, bu iyi haber! Tebrik ederim.”
Ellerimi birbirine kavuşturmuş bir şekilde ekrana bakarken oturduğumuz odanın kapısı büyük bir gürültü ile açıldı. Ben, Jungkook, Jimin ve odadaki diğer çalışanlar da kapının gürültüsü ile oturduğumuz yerden sıçramıştık. Jung Hoseok nefes nefese elindeki telefon ekranını oraya buraya sallıyordu.
“Korea Daily… Korea Daily’nin köşe yazarı Kim Woo…”
Jung Hoseok derin nefesle alıp verirken güç almak için ellerini dizine yasladı. Ben ise şaşkınlıkla ona bakıyordum.
“…Taehyung’un hikâyesinden bahsetmiş!”
Ofiste aniden başlayan uğultuyla ben de ayağa kalktım. Korea Daily’nin köşe yazarı Kim Woo, oldukça sivri dilli bir eleştirmendi. Hiçbir lafını esirgemeyen ve çoğu kişinin kariyerinin darbe almasına da sebep olan yegâne kişilerden biriydi. Büyük bir hızla Jung Hoseok’un yanına gittikten sonra gerginlikle yüzüne baktım.
“Ne demiş? Benim hakkımda ne demiş?”
Jung Hoseok derin bir nefes aldıktan sonra saçlarını düzeltip ekranda yazanları okumaya başladı.
“… Beret şapkalı bir kahraman ha? Hem de gencecik bir oğlan ve pek de bir gücü olduğu söylenemez ama yine de insanı çeken bir yanı var. Ben ki Kim Woo olarak bu sektöre yıllarımı adadım ama sanırım bu sefer aradığım soluğu bu hikâyede bulabileceğimi düşündüm. Üstelik daha nereden geldiğini bilmediğim bir yazar söz konusu… Bright Shine yoksa bizlere söylemeden bir yıldız mı keşfettiniz?”
Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırırken ne diyeceğimi bilememiştim. Kim Woo gibi değerli bir isim benim hikâyemi en çok okunan gazetelerden birinde çok iyi bir şekilde anmıştı ve üstelik bu benim kariyerimdeki ilk hikâye denememdi. Şaşkınlıktan etrafıma boş boş bakarken Jung Hoseok ellerini omuzuma yerleştirip var gücüyle bana gülümsedi.
“Kim Taehyung, parlamaya hazır mısın?”
Birkaç kez gözlerimi kırptım ve istemeden de olsa dişlerimi göstererek büyük bir gülümseme sundum Jung Hoseok’a. Tebrik etme şekli çok hoşuma gitmişti ve gerçekten büyük bir umutla gözlerimin içine bakıyordu. Başımı onaylar anlamda salladığımda o da gülerek omuzlarımda duran ellerini iyice sıktı. Daha sonra keyifle odadakilere seslendi.
“Millet hepinize benden birer kahve ve tatlı, güne güzel bir şekilde devam edelim!”
Alkış sesleri yükselirken Jung Hoseok da eğilerek bana döndü.
“Sana da bir öğle yemeği ısmarlamama izin ver lütfen.”
“Ben de ofistekilerle yiyebilirim yemeğimi.”
“Utangaçlık etme, seni tebrik etmek istiyorum.”
Utanarak kafamı salladıktan sonra bakışlarımı yere sabitledim, nedense ona bakamıyordum. O ise kendinden oldukça emin bir şekilde birkaç kez ellerini sıkıca birbirine vurup saçlarını düzeltti.
“Tatlılarınızı aldıktan sonra derhal iş başına, bu sabah için bu kadar tembellik yeter!”
Herkes işinin başına beklenmedik bir hızla dönerken Jimin de elindeki raporlarla kendi masasına dönmeye hazırlanıyordu. Tam o sırada Jungkook’un ona seslendiğini duydum.
“ ‘Parlamaya hazır mısın?’... Vay canına çok havalıydı! Ne zamandır bu dergideyim hiç bana böyle havalı şeyler söylemedin!”
“Jungkook, lütfen işine döner misin?”
Jimin Jungkook’un çocuksu serzenişine aldırmadan hızlı adımlarla masasına döndükten sonra bile Jungkook bir süre boşluğa baktı ve sesli bir şekilde düşündü.
“ ‘Parlamaya hazır mısın?’ ... Bunu bir sonraki bölümde kullanabilirim, kulağa havalı geliyor.”
Ben de gülümsedikten sonra masama döndüm, şanslı bir gün olacağa benziyordu.
Öğle yemeği saati geldiğinde herkes eşyalarını toparlayıp çıkarken ben de erkenden masamı toplayıp giriş kapısının orada durmaya karar verdim. Aslında Jung Hoseok’un odasının önüne gitmeyi düşünmüştüm ama o zaman onunla yemeğe çıkmaya çok istekli görünürdüm ve bu fikir tüylerimi diken diken etmeye yetiyordu. Önümden gelip geçenlere başımla selam verirken sonunda Jung Hoseok görüş alanıma girmişti.
“Çok mu beklettim? Bugün telefonlar hiç susmadı da.”
“Ben de daha yeni beklemeye başlamıştım zaten.”
Jung Hoseok inanmadığını belli ederek bana bakarken daha sonra ‘Beni takip et!’ dercesine bir el hareketiyle hızlı adımlar atmaya başladı. Kalabalığı geçip asansörle alt kata indiğimizde girişteki otoparka doğru yol aldık. Otoparkın en gerisinde oldukça lüks ve güzel bir araba tüm ihtişamıyla parlıyordu.
“Sizin arabanız mı?”
Sorduğum soruyu komik bulan Jung Hoseok nedense kaşlarını kaldırarak bana baktı.
“Tabii ki benim, beğendin mi?”
“Beğendim, oldukça pahalıya benziyor.”
“İyi işler çıkartmaya devam edersen, sen de bundan bir tane alabilirsin.”
Jung Hoseok hızlı adımlarla önüme geçip kapımı açınca utanarak teşekkür edip arabaya bindim. Araba gerçekten çok güzeldi, içi siyah deri kaplamalıydı ve çiçek bahçesi gibi kokuyordu. Jung Hoseok da arabaya binip anahtarı çevirince güçlü bir motor sesi çıktı ve yola koyulduk.
“Nerede yemek istersin?”
“Benim için her yer uygun. Hem… Buraları pek bilmiyorum.”
“Doğru, şehir dışından gelmiştin değil mi?”
“Evet, buraya geleli pek zaman geçmedi.”
“Peki, nerede kalıyorsun?”
“Abimin arkadaşının evinde, tabii geçici olarak.”
“Hımmm…”
Jung Hoseok sebebini anlayamasam da uzun bir ‘Hımmm’ diyerek iç çekmişti, herhalde benim aksime arabası gibi oldukça lüks bir evde hatta belki de bir villada kalıyordu. Zengin insanlar böyleydi işte, hem çok soru soruyorlardı hem de verdiğiniz cevaplardan tatmin olmuyorlardı.
Bir süre hiç konuşmadıktan sonra güzel bir restoranın önünde durmuştuk. Arabadan inip başımı gökyüzüne doğru kaldırdığımda önünde durduğumuz binanın sonsuzluğa uzanan katları olduğunu fark ettim. Bulutları bile aşan bu bina oldukça gösterişli duruyordu. Ben binaya hayranlık duymaya devam ederken genç bir vale koşar adım yanımıza gelip Jung Hoseok’tan arabanın anahtarını istedi ve biz de bu vesileyle içeri geçmiş olduk.
Daha önce hiç gelmediğim bu yerde Jung Hoseok’u gören herkes bizlere selamlarını ve saygılarını sunuyordu, Jung Hoseok kibriyle ben ise şaşkınlığımla onlara cevap veriyordum. Sonunda cam kenarında güzel bir masaya geçtiğimizde önümüze hemen menüler geldi ancak menülerde fiyatlar yazmıyordu. Bu en sevmediğim şeydi çünkü kesinlikle çok pahalı olduğu anlamına geliyordu, gerginlikle yemeklere bakarken Jung Hoseok eğilerek hafifçe gülümsedi.
“İstediğini alabilirsin, unutma bugün ben seni davet ettim.”
Derin bir iç çekerek içimden onu onayladım ve adını okuyabildiğim nadir yemeklerden birini istediğimi söyleyerek menüyü bir çırpıda kapattım. Garson gelip de siparişlerimizi not aldıktan sonra yine Jung Hoseok ile baş başa kalmıştık. Doğrusu onunla ne konuşacağımı bilmiyordum ve sebepsiz bir çekingenlik yaşıyordum. Sanki gülünç veya anlamsız bir şey söylersem bununla önümüzdeki on yıl dalga geçecekmiş gibi bir hava veriyordu. Boğazımı temizleyip ellerimi karnımda toparlarken masada duran çiçeklere gözüm takıldı. Renkli süsenler oldukça zarif ve güzellerdi, gerçek olup olmadıklarını anlamak için elimi uzatıp okşadığımda olabildiğine yumuşak yaprakları vardı, gerçek olmalıydılar.
Jung Hoseok ise ne yaptığımı anlamaya çalışır gibi bana ve süsenlere bakıyordu.
“Beğendin mi çiçekleri?”
“Evet, çok güzeller.”
“Demek süsenleri seviyorsun.”
“En sevdiğim çiçek diyemem ama severim.”
“Peki, en sevdiğin çiçek nedir?”
“Ayçiçekleri.”
“Güneş’e bağımlı olan çiçekler yani…”
“Bağımlı da diyebilirsiniz âşık da, bakış açınıza bağlı.”
Jung Hoseok bana bakarken, neden böyle lüks bir restoranda editörüm ile en sevdiğim çiçeği tartıştığımıza bir anlam verememiştim. Buraya iş için konuşmaya gelmemiş miydik? Neden hiçbir şey söylemiyordu? Ben bunu düşünürken sanki düşüncelerimi okuyabiliyormuş gibi oturuşunu düzeltip sırtını sandalyeye yasladı.
“Biliyorsun, buraya gelme amacımız başarını kutlamak.”
“Başarılı oldum diyebilir miyiz?”
“Tabii ki diyebiliriz, Kim Woo’dan gelen yorum başlı başına bir başarı! O adamı biliyorsun, bu hayatta herkesi sadece yerer ve halk önünde dibe batırır ama şanslısın ki seni övmüş!”
Utanarak başımı öne eğdim, bu şekilde beni övmesi beni ne kadar mutlu etse de belli etmeyerek mütevazılığımı korumak istemiştim.
“Hem kötü yorumlar görürsen de bunlara bazen aldırmaman gerekir. Mesela Jungkook bu dergiye ilk geldiğinde ne edebiyattan ne de hikâye kurullarından bir haberdi. Varsa yoksa fan sitelerinde, uygulamalarında kendi halinde bir şeyler yazan bir çocuktu ama yeteneği onu kurtardı. Antoinette olarak ilk hikâyesini yayınladığımızda Kim Woo onun hakkında “Böyle saçma bir şey okumak istesem televizyondaki ucuz dizilere bakarım, dergi almam.” gibi korkunç bir yorum yazmıştı.”
Şaşkınlıkla gözlerimi açtım, bu gerçekten korkunç bir yorumdu!
“Peki, Jungkook üzüldü mü? Bir şey demedi mi?”
“Dediği tek şey ‘Kim Woo denen kişi kim? Önemli biri mi?’ olmuştu.”
İkimizde gülmeye başladık, Jungkook gerçekten çoğu şeyden habersiz kendi halinde yaşayan biriydi. Verdiği cevabı ve o anki sakinliğini tahmin edebiliyordum. Ben gülmeye devam ederken Jung Hoseok da elinin birini masaya koyup bana yaklaştı. Anlık bir heyecanla gülüşüm durmuştu ve ben de ona hafifçe yaklaşmıştım. O ise kendinden oldukça emin gülümsemesi ile konuşmaya devam etti.
“Anlayacağın, her kötü yoruma kulak asma. İhtiyacın olanı al geri kalanı görmemezlikten gel, bu seni ileriye taşıyacak tek yol.”
Söylediği şeyden etkilenmiştim, saygıyla ve mutlulukla bir süre ona baktım. O ise ifadesini hiç değiştirmeden beni izliyordu, garip bir duyguydu çünkü birbirimizi izliyorduk. Tam bu sırada telefonum titremeye başladı ve panikle ceketimin ceplerini yokladım. Telefondaki kişi Namjoon hyungdu, açıp açmama konusunda tereddütte kalsam da Jung Hoseok rahatsız bir tavırla açmamı söyledi.
Telefonu açar açmaz Namjoon hyungun “Taehyungieeeeee!” sesi hem ben hem Jung Hoseok tarafından oldukça net bir şekilde duyulmuştu. Ayağa kalkıp balkona ilerledikten sonra gülerek ağzımı kapattım.
“Taehyungie, derginizi aldım hikâyen yayınlanmış! Hem internette de bir sürü kişi yorum yazmış ama zaten görmüşsündür! Hem geçen üye olduğum site vardı ya orada da başlık açmışlar.”
“Namjoo-”
“Hikâyenin beğenilmesine çok sevindim, bunu akşam kutlayalım. Almamı istediğin bir şey var mı? Soju? Bira?”
“Namjoon hyu-”
“İş yerindekiler ne dedi? Tebrik ettiler mi seni hiç?”
“Namjoon hyung şu an editörümle yemeğe çıktık seni sonra arasam olur mu?”
Namjoon hyungun derin iç çekişini telefonda olsa bile duyabilmiştim.
“Ah, kusura bakma sana söz hakkı vermeden bir ton konuştum ama çok heyecanlandım.”
“Önemli değil, çok teşekkür ederim. Akşam konuşalım olur mu? Tekrar teşekkür ederim.”
“Kusura bakma, görüşürüz.”
Telefonu kapatıp da masaya geldiğimde yemeklerimiz çoktan yerlerini almıştı. İşlemeli seramik tabaklar daha önce görmediğim gösterişli yemeklerle dolmuştu. Masada pek çok çeşit salata ve deniz ürünü de vardı. Şaşkınlıkla yerime oturduğumda Jung Hoseok çoktan yemeğe başlamış oldukça dikkatli hareketlerle önündeki pekin ördeğini dilimlere ayırıyordu. Suratı biraz düşmüş gibiydi, belki de telefonumun çalmasını büyük bir kabalık olarak görmüştü. Ellerimi birleştirip başımı eğdim.
“Kusura bakmayın.”
“Önemli değil.”
Nedense önemliymiş gibi davranıyordu ama önemsemeden elime çatal ve bıçakları alarak yemeğimi hızlı bir şekilde parçalamaya başladım, gerçekten çok acıkmıştım. Önümdeki tabağı var gücümle doldurma rezaletini yaşarken Jung Hoseok oldukça ilgisiz bir ses tonuyla soru sordu.
“Kim aradı?”
Şaşırmıştım, neden böyle özel bir şeyi soruyordu?
“Evinde kaldığım abimin arkadaşı.”Neden ona açıklamada bulunuyordum? Onu ilgilendirmeyeceğini bildiğim halde açık sözlü davranmıştım.
“Erkek arkadaşın mı?”
Elimdeki bıçağı aniden düşürüp seramik tabağa çarparak kulak tırmalayan bir ses yaymasına sebep olmuştum. Bu nasıl bir soruydu böyle? Bıçağımı tekrar alıp yemeğime dönsem de bir kere elim ayağıma dolanmıştı ve bu Jung Hoseok’un keskin gözlerinden kaçmamıştı.
“E-erkek arkadaşım yok.”
Jung Hoseok yine o sevimsiz ‘Hımmm…’ sesini çıkarttıktan sonra yemeğine döndü. Birkaç saniye aklımı toparladıktan sonra ben de ilgisizmiş gibi gözükerek ona sorusunun nedenini sordum.
“Neden böyle bir şey sordunuz?”
“Hiç, merak ettim.”
“Bu özel bir soru değil mi?”
“Ben senin editörün değil miyim?”Editör olmakla bana böyle özel bir şey sormanın arasındaki bağlantıyı kuramamış olsam da Jung Hoseok’a karşılık vererek onu daha fazla sinirlendirmek istemedim. Açıkçası neden sinirlendiğini de anlamamıştım ama bunları düşünüp bu güzel yemeği kendime ziyan etmek istemiyordum.
Yaklaşık birkaç dakika sessizce yemek yemekle geçtikten sonra Jung Hoseok ilgisiz ses tonuyla tekrar beklemediğim şeyler söylemişti.
“Eğer kalacak yer sıkıntısı yaşıyorsan yardımcı olabilirim.”
“Şimdilik idare ediyorum, teşekkürler.”
“Peki, sen bilirsin.”Ben mi yanlış anlıyordum yoksa Jung Hoseok, Namjoon hyungtan mı rahatsız olmuştu? Neden onu sevmediğini anlamamıştım üstelik onu tanımıyordu bile.
Bir süre daha sıkıcı bir sessizlik olduktan sonra Jung Hoseok arkasına yaslanarak şarap kadehini hızlı bir yudumda başına dikti. Onun aksine ben ise tiksinerek birkaç yudum aldıktan sonra masama geri bıraktım.
“Taehyung, önümüzdeki yarışmaya katılmanı istiyorum. Geçenlerde sana bahsettiğim hikâye ve şiir yarışması oldukça önemli bir yarışma. Yılın ilk yarısı hikâye kategorisinde diğer yarısında da şiir kategorisinde yarışılıyor, ben senin ikisine de katılmanı istiyorum.”
“Bunu yapabilecek miyim?”
“Birlikte yapabiliriz Taehyung. Benim yönlendirmelerime uyarsan çok kısa sürede çok gelişecek ve kendini aşacaksın ama bana burun kıvırırsan bu da senin aptallığın olur.”Kendinden çok emindi ve gözlerinde inanılmaz bir kararlılık vardı. Kararlılıktan çok hırs gözünü bürümüş gibiydi, koyu gözleri bir süre ileriye baktıktan sonra bana döndü. Esir kaldığım gözlerine bir süre baktıktan sonra ortamı yumuşatmak amacıyla güldüm.
“Siz böyle kararlıyken bana hayır demek düşmez.”
“Sonuçta sen yazacaksın… Korkuyor musun yoksa?”
“Çekiniyorum, sonuçta bu işte çok yeniyim.”
“Önemli değil, ben senin arkanda olacağım.”Bunun bir önemi var mıydı? Bright Shine dergisinin başarısı olan editör Jung Hoseok, makamıyla beni koruyabilirdi ama bu beni gerçekten yıpratmayacak mıydı? Beni neler beklediğini bile bilmiyordum ve hiç tanımadığım bu adam onun ‘Senin arkanda olacağım.’ sözü ile güç bulmamı bekliyordu. Her şey çok hızlı gerçekleşiyormuş gibi gelse de içimde alevlenen bir istek, heyecan vardı.
İster istemez gözüm masadaki süsenlere takıldı, süsenlerin çiçek dilinde temsil ettikleri anlamlardan biri de güvendi. Bunu bir mesaj olarak görmeli miydim? Belki de Jung Hoseok’a bir şans verip ona güvenmeliydim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
My Dear Poem ° Vhope
Fanfiction"Sen benim en güzel şiirimsin Hoseok. Daha önce hiç şiir yazmamış olsam da ve gelecekte eğer tekrar yazacaksam da, sen en güzelisin. Şiir dediğim ama şiir olmayan bu cümleler, onlarca kırgınlığa rağmen kendi sahillerini buldular. Deniz kokulu sen, s...