Evinde geçirdiği son akşamıydı. Ağabeyleri hastaneden çıkalı üç gün olmuştu. Çok şükür ki hiç eksiksiz yine bir aradaydılar bu gece birlikteliklerinin son gecesi olsa bile.
Halit ağabeyi camın önündeki sedirde yarası yüzünden uzun oturuyordu. Uzun ve iri olan bu adam tıpkı gövdesi kadar kocaman bir yürek taşıyordu. Dalgalı koyu saçları karışmıştı. Herkesin yardımına sorgusuz sualsiz koşan, hayatın hiç bir ince detayıyla meşgul olmayan, Allah'tan ve ona kul olamamaktan fazlaca korkan, yaratıcının yarattıklarını özellikle de yenecek olanları sanat sayan dümdüz bir adamdı Halit. Otuz beş yaşına gelmesine rağmen hala evlenememiş olması kendi kadar düz düşünen birini bulamamasındandı.
Genç kızın gözleri yanında elinde ki tespihle oynayan Kemal ağabeyine kaydı. En çok üzerinde hakkı olan bu ağabeyiydi. Halit'e göre daha açık tenli daha yumuşak ve daha sevecendi. Genç kız en çok dördüncü sırada olan bu ağabeyi ile anlaşırdı. Okulda velisi, dışarıda arkadaşı, evde dostuydu. Ondan bir şey istemek hep kolay olurdu. Çünkü o genç kızı hiç reddetmezdi.
Karşı koltukta ikinci ağabeyi Osman ve karısı Nuray vardı. Halit ağabeyi sırasını gönüllü kardeşine vermişti. Osman ağabeyi beş senelik evliydi. Kardeşlerinin içinde en sessiz ve en sakin olanıydı. Bunda hastalığının da rolü büyüktü. Aileden erken ayrılması, kendi aile meselelerinin yoğun olması ilgisini bu aileye karşı azaltsa da önemli her meselede bir araya gelmekte geri kalmazdı.
Üçlü kanepenin en başında üçüncü ağabeyi Ali vardı. Ailedeki geniş görüşlülüğü en yüksek kişi olan bu genç adam kendini iyi yetiştirmişti. Bitirdiği üniversite sayesinde iyi bir lojistik firmasında yüksek bir konumda çalışmaktaydı. İşinden sonra hayatında ki en önemli kişi genç kızın arkadaşı olan Ceyda'ydı.
Hemen yanındaki Bilal ağabeyi ise ailede tek geçinemediği sık sık atıştığı halde yine de çok sevdiği en küçük ağabeyiydi. Kendinden ancak üç yaş büyük olmasına rağmen daha büyükmüş gibi davranan bu delikanlı anne babasının tek büyümeyecek olan oğluydu.
Tekli koltukların ikisinde de annesi ve babası yan yana otuyordu. Birbirlerine ilk günleri kadar bağlı ve sevgi dolu olan bu çift yine aynı hüznü aynı derecede yoğun yaşıyordu.
Genç kız kucağında büzülmüş olan yeğeni Meryem'in saçlarını okşadı. Bu küçücük çocuk bile ailedeki bu derin sessizliğin girdabına kapılmış, her zaman yaptığı yaramazlıklarını bir kenara bırakmıştı.
Bu ağır havanın işgal ettiği evlerinde hiç kimse konuşmaya cesaret edemiyordu. Kimse kimsenin gözüne bakamıyor, mecburi verilen bu kararın suçluluğunu herkes kendisinde arıyordu. Efşan bu odada daha fazla duramayacaktı. Her geçen dakika gözlerine hücum eden yaşlarını zapt etmekte zorlanıyor, boğazındaki koca yumru daha da büyüyordu. Kucağındaki çocuğu annesine vermek için kalktı ve hiç konuşmadan odasına geçti. Nefes alamıyordu. Bu ayrılık rüzgârı salonu kasıp kavuruyordu. Odasına girip arkasından kapıyı kapadı. Kaçınca kurtulacağını sandığı ayrılık onu burada da yakaladı. Mâbedinde son kez sabahlayacaktı hatta sabahlayamayacaktı bile. Gece yarısı terk edeceği odasına hasretle baktı. Parmak uçları dudakları olmuş, her bir eşyasına öpücük konduruyordu. Duvardaki çerçevelerine, kitaplarına, masasında ki süs eşyalarına, komodinin üzerindeki abajuruna, perdesine, koltuğuna ve hayallerini kurduğu, bu dünyadan çıkıp kendi iç dünyasına geçtiği yatağına dokundu. Oturup oturmamaya karar veremedi. Eğer oturursa bir daha kalkmaya cesaret edemeyeceğinden korkuyordu. Yatağının üzerine sevdiği birine sarılır gibi yüz üstü düştü. Bacaklarını karnına çekerek anne karnındaki bir cenin haline geldi. Ağlamak istiyordu ama ağlayamıyordu. Bütün hisleri felç olmuştu. Aklına gelen bu fikri o adamla paylaştığında onun bunu kabul edeceğini, işin buralara varacağını hesap edememişti. O an kurtuluş olarak gördüğü bu hayattan şimdi korkuyordu. Bir kaç saat sonra onu tamamen yabancı bir hayat bekliyordu. Gideceği yerde tanıdığı hiç kimse olmayacaktı. Ailesi yanında ve yakınında olmayacaktı. Onu bekleyen ve her dakika daha da yaklaşan bir gerçek vardı. Yanında olmak istemediği yabancı bir adam, içinde olmak istemediği yabancı bir aile, yabancı bir ev ve yabancı bir şehir, ölüm neredeydi? Şu anda ölüme kendisinden daha muhtaç kim vardı? Şimdi Azrail içeri girse onu karşılayan gözleri kırpılmayacaktı. Korku değil minnet duyacaktı. Bilinmezliklerle dolu yarınından onu kurtaracaktı. Kapı açılıp ölüm yerine annesi içeri girene dek öylece gözleri kapıda bekledi.
" Kızım?" Dediğinde genç kız kıvrıldığı yerden doğruldu.
Annesi elindeki kutuyu koltuğun üzerine koyarak kızının yanına yatağa oturdu. Onun da ağlamaktan gözaltları çökmüştü. Çaresizliğin içinde buldukları çareyi sevmiyorlardı ama bile isteye olmasına izin veriyorlardı.
" Kızım" dedi yeniden kadın.
Konuşmakta güçlük çektiği belliydi.
" Anne!"
" Dur, ben konuşayım."
Kızının dudaklarının üzerinde parmaklarını gezdirdi. Oradan yanaklarının yumuşaklığını avuçladı. Gözlerini sürmeler gibi okşadı. Yüzünü ezber ediyor gibiydi. Ağlamamak için verdiği mücadele çok büyüktü. Başını önüne eğdi, kızının ellerini avuçlarının arasına aldı. Boğulur gibi çıkan sesiyle konuşmaya çalıştı.
" Söyleyecek çok sözüm var ama ben sana sadece seni çok ama çok fazla sevdiğimizi söyleyebileceğim. Buradan gidiyor olman bizden gidiyorsun demek değil bunu iyi bil. Ben ve baban hatta ağabeylerin en ufak bir sıkıntında yanında olacağız, bunu aklından hiç çıkarma olur mu?"
Yeleğinin cebine soktu elini. Efşan çocukken hep alıp alıp parmağına taktığı zümrüt yüzüğü çıkardı. Kızının titreyen parmağına titreyen ellerle zor taktı.
" Bunu çok seversin biliyorum. Daha o küçük yaşlarında bununla oynarken karar vermiştim bunu sana evlendiğinde vermeye."
Genç kız annesinin boynuna sarılacaktı ki Sevim Hanım izin vermedi. Kalktı. Koltuğa bıraktığı kutuyu açtı. Her geçen dakika annesinin sesindeki boğukluk artıyordu. Belli ki bu konuşmaya hazırlanmıştı ve tek bir gözyaşı bunu yapmasına müsaade etmeyecekti. Genç kız da bu törene uymaya karar verdi ve tıpkı annesi gibi hıçkırığını boğazında kilitledi.
" Duvak her gelinin duasıdır!"
Elinden tutarak kızını kaldırdı. Bembeyaz tülden, kenarları minik taşlı, uzun bir duvağı kızının başına örterken sessizce yutkundu. Zorla aldığı nefesle devam etti. Saçlarını duvağın altına itelerken kızının beyazlar içindeki hali kadının yapmak istediğini gerçekleştirmesini daha da zorlaştırdı. Güçlü olmalıydı. Kızına güçlü durmayı bu şekilde gösterebilirdi. Başındaki duvağı işaret ederek;
" Ömrün uzun... Çok uzun olsun" dedi ve devam etti.
" Hayatın, bu duvağın beyazlığı kadar aydınlık ve refah içinde geçsin. Sorumluluklarını ve mesuliyetlerini taşımak bu duvağı taşımak kadar hafif olsun. Başta eşine ve bütün insanlara davranışların bu tül kadar ince ve zarif, dürüstlüğün bu duvak kadar şeffaf olsun. Aşkın ve mutluluğun yaşamının kenarında bu taşlar gibi hep ışıldasın"diyerek kızını alnından ve gözlerinden öptü.
" Bu duvağı sana, seni ve dualarımı da Allah'a emanet ediyorum yavrum" dedi ve odadan çıktı. İşte o zaman göğsünde ve boğazında bekleyen hıçkırık dalgalanarak özgürlüğüne kavuştu. Ellerini sıkıca ağzına kapadı. Tek bir hıçkırığı bile duyulmamalıydı. Zaten yeteri kadar üzgün olan bu insanları daha fazla kahretmenin manası yoktu. İçi çığlık çığlığa bağırırken dışı sessizce sarsılıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DUVAK (Raflarda)
Romansa" Görebildiğin tek çıkış biriyle evlenmek mi?" " Görebildiğim tek çıkış ortadan yok olmak! Her hangi bir şekilde yok olmak!" Genç kız oturduğu yerden doğrulmaya çalıştı ama başaramadı. Bu konuşma içine ateş düşürmüştü. Biraz değil fazlaca hava...