XV. Gorgo'nun Başı

529 13 4
                                    

Mösyö Marki'nin Şatosu çok heybetli bir binaydı, önünde geniş bir taş avlu uzanıyordu ve iki tane döner taş merdiven ana kapının önündeki taş terasta buluşuyordu. Bütünüyle taştandı her şey, taştan tırabzanlar, taştan ayaklı vazolar ve çiçekler ve her yanda taştan büstler, taştan aslan kafaları vardı. İki yüz yıl önce burası yapıldığında bir Gorgo etrafa bakış fırlatmıştı sanki.

Mösyö Marki, arabasından inerek meşaleler eşliğinde, geniş ve alçak taş merdivenleri çıktı; meşalenin ışığı karanlığı delince ağaçların arasındaki ahırın tepesine tünemiş olan baykuşun yüksek sesli sitemi duyuldu. Bunun dışında her şey o kadar sessizdi ki merdivenlerdeki meşale ile ana kapıda asılı olan diğer meşale açık havada değil de kapalı bir odada yanıyordu sanki. Taş havuzun içindeki fıskiye ile baykuşun sesi dışında çıt çıkmıyordu; çünkü gecenin her saat başı nefesini tuttuktan sonra derin bir iç çektiği ve sonra gene nefesini tuttuğu karanlık gecelerden biriydi bu.

Büyük kapı arkasından çat diye kapanınca Mösyö Marki domuz avlamada kullandığı bazı eski mızrakların, kılıçların ve av bıçaklarının olduğu zalim bir holden geçti; çeşitli binici asaları ve kamçıların etkisiyle giderek zalimleşiyordu burası, kim bilir merhametli Ölüm'e kavuşmuş kaç köylü, efendisi kızdığında bunların ağırlığını sırtında hissetmişti.

Mösyö Marki, zifiri karanlık olan daha geniş odalara uğramadan, meşale taşıyan uşağının peşinden merdivenleri çıkarak, koridordaki bir kapının önüne geldi. Bu kapıdan üç odalı kendi özel dairesine geçiliyordu; bir yatak odası ve iki oda vardı burada. Yüksek kubbeli, halisiz güzel zeminler, kış aylarında odunları yakmak için kullanılan şömine tabanının üzerindeki ocak ayakları ve her türlü lüks, bu lüks çağında ve diyarında yaşayan bir markiye yakışır tarzdaydı. Hükümdarlığı hiç bitmeyecek sanılan soyun sondan bir önceki ferdinin –on dördüncü Louis'nin– üslubu bütün o zengin mobilyalarda kendini gösteriyordu; ama bunlar aynı zamanda Fransa tarihinin eski sayfalarında görülen resimlerdeki eşyalarla çeşitlendirilmişti.

Üçüncü odada iki kişilik bir sofra hazırlanmıştı; şatonun şamdan külahlarını andıran dört kulesinden birindeki yuvarlak bir odaydı burası. Küçüktü ama mağrur bir havası vardı odanın, pencereleri ardına kadar açık, ahşap panjurlar kapalıydı, bu kadar karanlık gecede yalnızca ince siyah çizgilerle taş renkli geniş çizgiler görünüyordu.

"Yeğenim," dedi Marki, sofra hazırlığına bakarak; "dediklerine göre gelmemiş daha."

Gelmemişti daha; aslında onun Monsenyör'le geleceğini sanıyorlardı.

"Ah! Bu gece gelmesi pek mümkün değil o zaman; yine de sofra böyle kalsın. On beş dakika içinde hazır olurum."

Monsenyör on beş dakika içinde hazırdı, bu görkemli ve şık sofraya tek başına oturdu. Sandalyesi pencerenin karşısındaydı, tam çorbasını bitirmiş, Bordeaux şarabını dudaklarına götürüyordu ki kadehi sofraya bıraktı.

"O neydi?" diye sordu sakin bir tavırla, dikkatini siyah ve taş rengi yatay çizgilere vererek.

"Efendim Monsenyör? Neyi sordunuz?"

"Panjurların arkasından bir ses geldi. Panjurları açın."

Panjurlar açıldı.

"Ne var orada?"

"Hiçbir şey yok Monsenyör. Yalnızca ağaçlar ve karanlık."

Bunu söyleyen uşak panjurları ardına kadar açmış ve önünde uzanan engin karanlığa bakmıştı, sonra içeri çekilip kendisine verilecek emirleri bekledi.

İki Şehrin HikayesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin