XXIX. Gerilim Tırmanıyor

274 11 0
                                    

Çeşmenin aktığı ve yol işçisinin o zavallı cahil ruhunu ve zavallı sıska bedenini taşıyabilmek ve bir arada tutabilmek uğruna ekmeğini yollardaki taşlardan çıkardığı köyde bir değişiklik vardı. Kayalıkların tepesindeki hapishane eskisi kadar revaçta değildi; burayı koruyan askerler vardı şimdi, ama sayıları fazla değildi ve bu askerleri koruyan subaylar vardı, ama bir tanesi bile adamlarının ne yapacağını bilmiyordu –dahası, bu kendisine emredilen şey olmayacaktı muhtemelen.

Ötede, koca bir alanda yıkık bir ülke uzanıyordu ve vaat ettiği tek şey kederdi. Her bir yeşil yaprak, her bir ot ve tahıl parçası en az o zavallı insanlar kadar kuruyup büzülmüştü. Her şey boynunu bükmüş, keyifsiz, harap ve yıkıktı. Evler, çitler, evcil hayvanlar, adamlar, kadınlar, çocuklar ve onlara hayat veren toprak –hepsi tükenmişti.

Monsenyör (çoğunlukla oldukça değerli bir beyefendidir) ülke için bir nimetti, olaylara şövalyevari bir hava verirdi; lüks ve ışıltılı hayatın ve buna denk pek çok durumun ince bir örneğiydi; gene de sınıfıyla birlikte, bir şekilde, meseleyi bu noktaya kadar taşımıştı. Ne tuhaftır ki, bilhassa Monsenyör gibiler için kurulan "düzen" çok yakında çöküp gidecekti! Bu düzenin ilelebet böyle gitmeyeceğini görememişlerdi anlaşılan! Nitekim, son damla kan taşlara bulanmış, işkence sehpasının makara sistemi son vidanın habire dönüp durmasından parçalanarak boşa sarmaya başlamıştı ki, Monsenyör bu aşağılık ve akıl almaz meselelerden kaçmaya karar verdi.

Ama köyde ve diğer pek çok köyde değişen bir şey yoktu. Monsenyör uzun yıllar boyunca köyü ezmiş, sömürmüş, avlanma zamanları haricinde nadiren teşrif etmişti –bazen insan, bazen hayvan avlardı ve bunları muhafaza etmek için hunharca kıraç alanlar açardı. Hayır. Değişim, kutsanmış ve kutsayıcı yüzüyle Monsenyör'ün simgelediği üst tabakanın ortalarda görünmeyişinden çok, aşağı tabakanın tuhaf yüzlerinin ortalığa çıkmasıydı.

Bu sırada yol işçisi, ne kadar az yiyeceği olduğuna ve bunu da yerse daha ne kadar kalacağına kafa yorduğundan, topraktan gelip bir gün yine toprağa gideceği düşüncesinden uzakta, toz toprak içinde bir başına çalışırken başını kaldırıp ilerilere baktığında kendisine doğru yaklaşan, eskiden o yörede fazla olmayan ama şimdi sık sık rastlanan türde kaba saba bir adam gördü. Adam iyice yaklaştığında yol işçisi bunun saçı başı karışmış, vahşi görünümlü, uzun boylu biri olduğunu fark etti ve hiç şaşırmadı, ama adamın ayağında, kendisi gibi suratsız, kaba saba, kavruk tenli bir yol işçisinin gözüne bile biçimsiz görünen yollarda toza toprağa bulanmış, çamurlara batmış, alçak zeminlerdeki sulak alanlarda sırılsıklam olmuş, koruluklardaki sapa yollarda üstüne dikenler, otlar ve küf bulaşmış olan tahta ayakkabılar vardı.

Yol işçisi sağanaktan kaçmak için sığındığı bir setin altındaki taş yığınının üzerine oturup bu adamın temmuz ayında, öğle vakti, hayalet gibi gelişini izledi.

Adam yol işçisine, sonra çukurdaki köye, değirmene ve kayalıkların üzerindeki hapishaneye baktı. Bu yerleri cahil zihninde bir yere koyduktan sonra zar zor anlaşılır bir şiveyle şöyle dedi:

"Nasıl gidiyor Jacques?"

"Her şey yolunda Jacques."

"Ver elini o zaman!"

El sıkıştılar ve o da o taş yığınının üzerine oturdu.

İki Şehrin HikayesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin