DÖRT

270 15 3
                                    

Ertesi güne yenilenmiş bir şekilde kalkmayı bekliyordum. Dün akşam annemin özenerek hazırladığı ve tadı kesinlikle iğrenç olmayan ama yine de damak tadıma çok da uygun olduğunu söyleyemediğim içeceği içtiğimde, hemen iyileşmeyi beklemiyordum. Ama sonradan getirdiği ateş düşürücü şurup ve terlemem için yaptığı baskılar biraz olsun sonuç vermişti. Yine de başım çatlıyor gibiydi.

Sol tarafımdaki komodinin üzerindeki çalar saate sarsakça uzanırken yanlışlıkla başucu kitabımı düşürdüğümde kendi kendime kızdım ve saate zor bela bakabildiğimde tahmin ettiğimden çok daha erken olduğunu gördüm. Tekrar yatağa gelişigüzel uzandım. Karşımdaki duvarda asılı olan, David'in geçen senenin sonunda bana hediye ettiği Oasis'li* takvim gözüme çarpınca istem dışı gülümsedim. Takvim yaprağı 16 Mayıs 1996'yı gösteriyordu. Haftanın en sevdiğim günlerinden biriydi bu; Perşembe.

Yataktan kalkarken bedenimin dünkü kadar ağrımadığını fark ettim. Tek ağrıyan yerim başımdı ama onun da günümü kısıtlayacak kadar kötü olmamasını diledim. İnce, zarif lavanta işlemeli beyaz gardrobumdan yeni bir havlu çıkarıp yalpalayarak ve beş saniyede bir esneyerek kendimi banyoya attım.

Soğuğa yakın ılık suyla kendime geldiğimde duştan çıktım. Aslında duş alırken tercihim genelde kaynar suydu. Bütün banyoyu göz gözü görmeyecek kadar buhar yapmadan tam olarak temizlendiğimi hissedemezdim. Kaynar su iyiydi, dinlendiriciydi ve gözenekleri açardı. Ilık suysa canlandırıcıydı ve şok etkisi yaratarak insanı kendine getirirdi. Ve benim şu anda gözeneklerimin açılmasına değil kendime gelmeye ihtiyacım vardı.

Annemin geçen günlerde benim için aldığı ördekli bornozumu üzerime geçirdim. Belki on yedi değil de, yedi yaş için daha uygun bir bornozdu. Kızının büyüyor olduğunu kabullenemeyen veya büyüdüğünü görmezden gelmeye çalışan bir anne hediyesiydi bu. Geçen ay babamın bana aldığı topuklu ayakkabıya hiç benzemiyordu. Gerçi topuklu ayakkabı da bana pek uymayan bir hediyeydi. Topuklu ayakkabı giymek için ilk önce, o her an kırılacakmış gibi görünen çubuk üzerinde yürüyebilmeyi göze almak gerekiyordu ve o göz bende yoktu.

Genelde salaş ve rahatına düşkün bir insandım. Beni zorlayacak şeylerden uzaklaşmak ve kolay olanı seçmek ilk tercihimdi. Okul ve dersler bu yüzden beni bazen yorardı. Zorlu sınavlar, anlaşılmaz öğretmenler, yorucu dersler... Bu sene gideceğim üniversiteyi düşünmekle beraber gelecek kaygısı da başlamıştı. Gelecek sene lisedeki son senem olacaktı ve bazen buna hazır olmadığımı düşünüyordum. Neyseki annem ve babam benim için bazı şeyleri benden önce düşünüyor ve beni yönlendiriyorlardı.

Gelecek kaygısı için çok erken bir yaştı. On yedi yaşındayken büyüdüğünüzde hangi mesleği yapacağınızı değil, haftaya kimin nerede konser vereceğini, gelecek ay hangi filmin vizyona gireceğini, kasabanın en büyük kitapçı dükkanına hangi yeni kitapların geldiğini, en sevdiğiniz dizilerin yeni bölümlerini, sevgilinizle yaşayacağınız ilkleri, arkadaşlarınızla eğleneceğiniz partileri, bayramlarda hangi kostümleri giyeceğinizi falan düşünmeniz gerekirdi. Yine de dersleri önemseyen bir öğrenciydim. Tek sıkıntı en yakın arkadaşlarımın hayalini kurduğu üniversiteler belliyken, benimki net olarak düşünülmemişti. Herhalde David'in gitmeyi kafasına koyduğu ve kesinlikle birlikte gideceğimize inandığı, Haywood Üniversitesi'ne giderdim. Hem kasaba kurucularından biri olan aileye ait bir üniversiteydi. Bu yüzden güvenilirliği bizim için daha yüksekti.

Islak saçlarımı biraz nemli kalacak şekilde kuruttum. Odama geçip okula gitmeden önceki kalan zamanı iyi değerlenedirebilmek için kitap okudum. Bugünün ilgili ders notlarına göz attım. Git gide tekrar uykumun geldiğini hissetmeye başlamıştım. Hala evden çıkmak için 45 dakikaya yakın zamanım vardı. Biraz sonra pencerede, alışık olduğum sesi duyunca gülümseyerek ayağa kalktım. David erkenden uyandığı zamanlarda gelip pencereme taş ata ata uyandırırdı beni. Ama bugün uyandırmasına gerek kalmamıştı. Bir taş atışında pencereyi açıp dışarı baktım.

KUSURSUZHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin