Heeeeeyy naber gençler?
Of resmen yükleyeceğim diye akla karayı seçtim, öldüm öldüm dirildim ama sonunda yazarcığınızın fendi zorlukları yendi :DKısa kesiyorum çünkü bölüm feci uzun ;) Umarım beğenirsiniz. Bu bölümün ithafı Ashton'a 'Aseton' deme fikrini ortaya atan Maviness'e gelsin :D
İyi Okumalaaaaarrr... xxx
Avustralya tatilimin son gününe de Michael’ın eski yatağından tavana bakarak uyandım. Aslında tavandaki tek bir lekeye. Benzediği şeyi ve neden oluştuğunu düşünmek yapmak istediğim şeyler listesinde en son sıradaydı bu yüzden derin bir nefes alarak kalktım.
Neden Ashton’ın evinde olmadığımı soran olursa, şey… Geçen sefer geldiğimde de Luke’un evinde kalmamıştım zaten. Belki biraz eski kafalılık diyen olabilir ama annelerle birlikte aldığımız bir karardı ve Pamela’nın gözlerini devirmesini engellemiyordu. İlk ziyaretimde Joy, onların evinde kalmam için çok ısrar etmişti ve bu defa da Karen beni misafir etme zahmetine katlanmış oldu.
Pekala, son gün sorunsalı… NE giymem gerek? Sorun şu ki, yanımda getirdiğim her kıyafet kirlendi ve hepsinin bu duruma gelmesi ayrı ayrı hazin hikayelerdi. Tişörtlerimden birini Michael çok açık olduğunu iddia ederek yırttı. Ki aslında değildi. Ve bu o abim de değildi. Ama sonrasında o kadar çok güldüler ki bunun başka bir sebebi olabileceğini düşündüm. Aslında aklıma birkaç şey geliyordu ve hepsi de birer tekmeleme sebebiydi. En hafif ifadeyle.
Sonunda çantamın dibinde eski kotumu buldum. Dizkapağında gülen yüzler olan eski, yıkanmaktan iyice yumuşak bir hal almış, mükemmellik kotu. Hayır, bir pantolon kardeşliğimiz yok. Zaten bunun olabilmesi için birinin Yunanistan’a gitmesi gerekirdi. Ya da belki biraz daha el-ayak koordinasyonu olan ve ya kısaca futbol oynayabilen biri olmam gerekirdi. Tişörtümü yırttığı için bence Michael’dan bir şeyler ödünç almak mantıklıydı.
‘’Bence bunun üstüne ya bir bikini ya da Jersey tişörtü giymelisin. Başkası kurtarmaz. Haha. İşte aradığım seksilik, kardeşim. Aferin sana.’’
Kusma taklidi yaptım. ‘’İğrençsin Pamela.’’ Gözlerini devirdi.
‘’Bence sen fazla iffetlisin.’’
‘’Bu tartışmalı bir konu öyle değil mi?’’ dedim içimi çekerek. Omuz silkti. Bariz olanı yok saymak Pamela’nın yapacağı iş değildi.
‘’Kiminle konuşuyorsun Valerie?’’ diye seslendi Karen. Kahretsin!
‘’Imm… Hiç kimseyle.’’ Jersey tişörtünü giydim ve hızla odadan çıktım. Bir an için gözlerini kırpıştırdı.
‘’O, Michael’ın tişörtü mü?’’ Yutkundum ve önüme baktım. ‘’Salak,’’ dedi Pamela gözlerini devirip.
‘’Şey, evet. Bir sakıncası var mı? Ben… yani, eğer istersen..’’ Elimle saçma bir hareket yaptım.
‘’Ah, dalga mı geçiyorsun? O tişörtü tahtakurularının yediğini düşünüyordum. Michael belki bir defa giymiştir. Daryl’e kaç defa onu doktora götürmemiz gerektiğini söyledim hatırlamıyorum bile.’’
Birbirimize baktık ve kıkırdamaya başladık. Evet, Michael Clifford bizi kıkırdatmıştı ama zaten bu her zaman yaptığı şeydi.
‘’Kahvaltı hazır, dostum. Geliyor musun?’’
‘’Randevum var. Üzgünüm,’’ dedim göz kırparak. Yanından geçerken iç çekti.
‘’Ah, randevumun olduğu günleri özlüyorum. Bütün gün boyunca karşındaki hormonları coşmuş zavallıyı delirtmek ve gün sonunda belki bir öpücük çalmasına izin vermek-‘’
‘’Anne!’’ diye bağırdı Michael. ‘’Lanet olsun! Lütfen bana gerçekten bunu-‘’
‘’Michael!’’ diye bağıran bu defa Karen’dı. Ah, evet, söz kesme genetik bir hastalık olabilir. ‘’Seninle bu konuyu konuştuk, hayatım. Bu kadar hassas olma. Seni leylekler getirmedi. Elbette anne babanın da bir gece hayatı olab-‘’
İçeriden televizyonun sesi birden korkunç bir şekilde yükseldi. Britney’den Toxic. Ah, epey uygun bir şarkıydı aslında. Kıkırdadım ve o anda kapı yumruklanmaya başladı. Hala gülmeye devam ederek kapıya giderken Karen bana göz kırptı ve oğlunun yanına gitmeden önce ‘’İyi eğlenceler,’’ dedi sadece dudaklarını kıpırdatarak.
Ashton kapıya yaslanmış bana bakıyordu ve nefes nefese kalmıştı.
‘’Bu gürültü de neyin nesi böyle?’’ dedi kulaklarını kapayıp bağırarak. Güldüm ve arkamdan kapıyı kapattıktan sonra koluna girdim. Bir an bana baktıktan sonra kollarını çevreme sardı.
‘’Mükemmel görünüyorsun. Günaydın,’’ dedi gülümseyerek. Alaycı bir homurtu çıkardım.
‘’Benim mükemmellikle alakam yok, Ashton.’’ Şakağımı öperken hmm-hmmladı ama dinlediğini sanmıyordum. Bir süre nereye gittiğimizi bilmeden Avustralya güneşi ve hafifçe esen rüzgarın altında ilerledik. Kış normalde bu zamanlarda etkisini daha çok hissettirirdi ama bugün pek çok açıdan güzel bir gündü.
‘’Ee, nereye gidiyoruz?’’ dedim ona bakarak. Gülümsedi.
‘’Nereye gitmek istersin?’’
‘’Buralı olan sensin. Şaşırt beni,’’ dedim kıkırdayarak. Bana ışıl ışıl bir gülümsemeyle baktı ve sonra öptü. Sokağın ortasında.
‘’Ashton sırıtmaktan patlarken, Valerie iffetinden eridi. Ben de ikinizin üstüne kustum. İşte sana mutlu son. İğrençsiniz.’’ Pamela konuşmaya devam etti.
‘’Hmmm.. Nereden başlasam?’’dedi Ashton yavaşça geri çekilince. Sanki bahsettiği başka bir şeymiş gibiydi. ‘’Önce kahvaltı yapmak ister misin?’’
Başımı salladım. Büyük ihtimalle gözlerim kocamandı ve belki biraz da şapşal görünüyor olabilirdim. Güldü. ‘’Sonra da, sana eve bir şey göstermek istiyorum. Ve daha sonra da seninle ufak bir maceraya atılmak istiyorum. Uçağın bu gece ve bu yüzden yorulmanı istemem ama…’’
Gözlerindeki kaygıyı gördüm ve elbette gözlerimi devirdim. ‘’Ah, hadi ama, Ashton. Gitmeyi isteyeceğimi biliyorsun. Söz konusu sen olduğunda her zaman varım, bunu biliyorsun.’’
Gülümsemesi mümkün olmayacağını düşündüğüm bir şekilde daha da büyüdü. Elimi tuttu ve arabaya doğru ilerledik. ‘’O zaman önce kahvaltı,’’ dedi. Sırıttım. ‘’Lütfen.’’
Avustralya gezimizin başına oranla birbirimiz konusunda çok daha rahattık. Mükemmel küçük bir baloncuk gibiydi. Etrafımız bu baloncuklarla kaplı bir masal alemi gibiydi ve bu durum birbirimize karşı hislerimizi biraz daha… belirginleştirmişti.
Arkadaşlarıyla yapılacak büyük bir kahvaltı olacağı ortaya çıkınca işimizin bitmesi öğleyi bulmuştu. Kahvaltının sonuna kadar o kadar çok gülmüştüm ki, büyük ihtimalle bir kaçık gibi görünüyordum. Canı cehenneme! Kaçık ya da değil, yaptığım en iyi kahvaltılardan biriydi. Hem de arada teyzemle konuşmama rağmen.
Bir kez daha arabaya binerken Ashton’ın heyecanı avucumun içinde daireler çizip duran parmaklarından ve sürekli mutluluğunu bastırmaya çalışır gibi burnuna dokunmasından belliydi. Yapmak üzere olduğumuz şey her neyse buna değer veriyordu. Sırıttım. Bugün herkes aşırı mutluydu.
Evinin önünde durduğumuzda beni durdurdu. Arabadan indi ve kapımı açtı. Oyuncu bir tavırla reverans verirken kıkırdayarak ve elimden geldiğince zarif bir biçimde arabadan indim.
‘’Sana göstermek istediğim bir şey var. Sen bizden erken döneceğin için planlarda değişiklik olması gerekti. Paul’ü neredeyse delirttim,’’ dedi sırıtarak. Paul’ün kim olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu.
‘’Beğenmeni çok istiyorum,’’ dedi beni çekiştirmeye devam ederek. Ona küçük bir gülümseme sundum. Kapıyı açtı.
‘’Anne, biz geldik. Birazdan çıkacağız,’’ diye seslendi.
‘’Haber verdiğin için sağol, Ashton,’’ diye cevap verdi Anne alayla. Lauren merdivenlerin başında göründü. Bir an için bakıştık. Şey… ilişkimiz, eh, başlangıca göre daha iyiydi.
Tabi beni bir kenara çektiği ve resmen ödümü kopardığını göz ardı edersek. Tanrım! Onun yaşında bir kızın bu kadar korkutucu olabileceğini düşünmezdim.
‘’Sen onun yerinde olsan ve Finn eve şapşal bakışlarla şapşal bir kız getirse herhalde saçlarını ketçapa bulardın, Valerie. Şampuanını kaşıntı kremiyle doldurabilirdin ya da… Bence gayet olgun karşıladı.’’
Pekala, bu hala beni azıcık da olsa korkuttuğu gerçeğini değiştirmiyordu. Merdivenlerden yukarı çıkmaya başlarken odasına geri döndü. Ben de göz temasını kesmek için duvara sıralanmış fotoğraflara baktım. Evlerine ilk geldiğimden bu yana bu fotoğraflar beni hep güldürmüştü.
Çok zekice ve çok neşeli olsalar da hepsinin arkasında derin bir yaralanma vardı. Duvardaki sıra sıra güzel çerçevelerin içindeki fotoğraflar aile fotoğraflarıydı. Ama sıradan 3 yaş, 5 yaş ya da mezuniyetten öte fotoğraflardı. İlkinde Ashton, Anne, Harry ve Lauren siyah pelerinler ve sivri dişlerle birlikte Adams ailesi kılığındaydılar. Bir diğerinde ise hepsi yeşil kurbağa kıyafetleri içinde mutlu Kermit’ler olarak kameraya sırıtıyorlardı. Ashton fotoğrafların çoğunluğunda baba karakter kılığındaydı.
Montana’lar olarak poz verdikleri fotoğrafı görünce kıkırdadım. Anne, hasta olduğu için bir kanepeye kıvrılmıştı ve Lauren yani fotoğraftaki Miley, şarkı söyleyerek onu uyandırmaya çalışıyordu. Harry, Jackson olmuştu. Yanlarında da kafasında bir kovboy şapkası, saçma sapan bir bıyık ve daha da saçma sapan bir Blue Steel tarzı dudak bükmeyle Ashton vardı. Ya da Billy Ray Cyrus. Sanırım en sevdiğim fotoğraftı.
İlerlemeye devam etmeden önce parmak uçlarımın yavaşça fotoğrafın üstünde gezinmesine izin verdim. Merdivenlerin başında Ashton birden durunca haliyle ona çarptım. Dengemi kaybedip tepetaklak yuvarlanmadan beni yakaladı.
‘’Dengenizi ne kadar çabuk kaybettiniz, Bayan Summers,’’ dedi alayla karışık bir endişeyle.
‘’Sizin yanınızdayken bu çok sık başıma geliyor, değil mi, Bay Irwin?’’ İç çekti.
‘’Şuan seni gerçekten öpmek ve durmamak istiyorum ama annem evde olduğu için sen utanıyorsun. Bu yüzden eğer bunu yapamayacaksam bana böyle şeyler söylemekten vazgeçmelisin.’’
Gözlerimi kırpıştırdım. Vay canına! Ciddiyet. Flörtöz havaya ne olmuştu?
Burnumun ucunu öptü. ‘’İşte burası,’’ dedi gülümseyerek. Şaşkın şaşkın ona baktım. Ne demek istiyordu? Burası neresiydi ki?
Gözlerimle baktığı noktayı takip ettim. Duvardaki boşluğa baktım bir süre. Beni birkaç saniyeliğine bıraktı ve döndüğünde elinde bir çivi ve çekiç vardı. Çiviyi dudaklarının arasına koymasını ve bir çerçeveyi çıkarmasını andan kopuk vaziyette izledim. Hemen sonrasında çiviyi el çabukluğuyla duvara çaktı. Ah, izlemesi hoş bir görüntüydü aslında. Bitirince bana göz kırptı ve çerçeveyi duvardaki çiviye astı. Fotoğrafı görünce iç geçirdim.
Haftanın başında yaptığımız hoş geldin partisinden sonra gece bana mesaj atmıştı ve ertesi gün hep birlikte fotoğraf çektirmiştik. Aslında birçok fotoğraf çekmiştik. Çerçevede iki fotoğraf vardı. Biri Irwin’lerin arka bahçesinde kamp ateşi etrafında vakit geçirirken çekilmiş bir fotoğraftı. Herkes vardı, demek istediğim herkes. Anneler, kardeşler, hatta bazı arkadaşlar, elbette çocuklar ve bir de ben. Sanki hafta sonları garajlarında müzik yapan 4 oğlanın hayatından mükemmel bir an gibiydi. Ellerinde gitarlar vardı ve herkes yüzünde insafsızca mutlu gülümsemelerle eğleniyordu.
Diğer fotoğrafa bakarken kıkırdamayla inleme arası bir ses çıkardım ve ellerim yüzüme kapandı. Ashton bir kahkaha attı.
‘’Ah, hadi ama! Bu fotoğrafa bayılırım. Böyle yapma.’’
Parmaklarımı hafifçe araladım. Bana muzip bir gülümsemeyle baktı. ‘’Eğer ellerini yüzünden çekmezsen seni omzuma alır ve oturma odasındaki televizyonun önünde öperim,’’ dedi pis bir sırıtışla.
Ellerimi yüzümden çektim ve fotoğrafa baktım. Bunu çekmek için beni ikna etmesi epey uzun sürmüştü. Sonuçta bütün bu fotoğrafların temel nedeni, Lauren ve Harry’ye içlerinde bulundukları durumda bile hala aile olduklarını ispat etmekti. Babaları olsa da olmasa da onlar bir aileydiler ve diğer bütün aileler gibi mutluydular.
Benimse, pek de bu aileden biri olduğum söylenemezdi ve aile fotoğrafında olmamak için birçok nedenim vardı. Ama işte yine de, bütün nedenlerim bertaraf edilmiş bir halde fotoğrafta sırıtıyordum. Bu defaki fotoğrafın konusu İnanılmaz Aile’ydi. Anne, benim Bayan İnanılmaz olmak için epey ısrar etse de –evet, bunda saçlarımın turuncu olmasının da biraz etkisi olabilir- onu geri çevirmiştim. Ashton, Bay İnanılmaz’dı elbette. Anne ise Bayan İnanılmaz olmuştu. Lauren ve Harry de fotoğraftaki yaramazlık yapma ve Bayan İnanılmaz tarafında azar işitme şeklinde olduğu anlaşılan yerlerini aldıktan sonra bana da İnanılmaz Bebek olmak kalmıştı.
Ashton kıkırdadı ve fotoğrafa dokundu. Üzerimdeki bebek kostümüyle gerçek bir kaçık gibi görünüyordum ve öyle sırıtıyordum. Ona döndüm.
‘’Sen... ne ara-’’
‘’Sana söyledim. Paul neredeyse beni vuracaktı.’’ Omuz silkti. ‘’Ama senin de görmeni istedim.’’ Bir kez daha çerçeveye ve fotoğraflara baktım. Anlamını düşündükçe hafif hafif ürpermeme engel olamadım.
‘’Hadi gidelim,’’ dedi bana yoğun bir bakışla. Yutkundum ve başımı salladım. Merdivenlerden gerisingeriye indik.
‘’Ashton,’’ diye seslendi Anne. Parmağını kaldırıp bir dakika işareti yaptı ve içeri girdi. Aynı anda Lauren merdivenlerde belirdi.
‘’Valerie,’’ dedi. Ah, lanet. Ne yapacağım? Pamela gözlerini devirdi.
‘’Efendim, Lauren,’’ dedim doğal bir sesle ve gülümsedim. Bir an bana baktı ve birkaç saniyelik sessizlikten sonra o da gülümsedi. Fiyuuvt! Merdivenleri inişini izlerken omuzlarım gevşedi. Tam karşımda durdu.
‘’Güzel kot pantolon,’’ dedi gülümseyerek. Bir an kot pantolonuma baktım. Ah, evet, gülen yüzler. Ben de ona gülümsedim.
‘’Teşekkür ederim. Bu hale getirmek için çok verdim ama her anından zevk almıştım.’’
‘’Pekala, umarım abimle ilgili konularda da aynı şekilde davranırsın,’’ dedi birden. Kahretsin. Ne? Kaşlarım çatıldı.
‘’Onu bu hale getirmek çok emek aldı. Ve şimdi mutlu. İlk defa bizim için her şeyi yapmak zorunda değil. Ve çok çabalıyor.’’
‘’Bunu biliyorum,’’ dedim başımı sallayarak.
‘’Güzel,’’ dedi ve gülümsedi. Ve sonrasında Ashton elinde bir çantayla geldi. Hepimiz kapının önünde toplanmış birbirimize bakarken garip bir sessizlik oldu.
‘’Belki bir gün bu kotu senden ödünç alırım,’’ dedi Lauren. Hafifçe güldük.
‘’Elbette, istediğin zaman, Lauren. Bir gün kendine özel bir kot pantolon yapmak istersen de sana seve seve yardım ederim.’’
Hafifçe başını salladı. Ashton’ın omzumdaki kolları gerildi. ‘’Hadi gidelim,’’ dedi fısıldayarak. ‘’Sonra görüşürüz, ufaklık,’’ derken Lauren’ın saçlarını karıştırdı ve Harry’yle yumruklarını tokuşturdular. Çıkmadan önce Anne bana gülümsedi. Ve sonrasında dışarıdaydık. Arabaya binerken bir süreliğine kendimi rahatsız hissettim.
Burada olduğum için Ashton’la yeterince vakit geçirememişlerdi. Görüştükleri kısa süre içinde de hep ben vardım. Her ne kadar dikkat çekmemeye çalışsam da yabancı bir gölge olarak oradaydım. Harry camdan el salladı ve ben de ona geri el salladım. Ashton arabaya bindi ve ilerlemeye başladık.
‘’Hey, bir sorun mu var?’’ dedi Ashton 15 dakikalık bir sessizliğin ardından. Ona döndüm ve dudağımı ısırdım.
‘’Hayır, ben… Ben, sanki seni ailenden alıkoymuşum gibi hissettim bir an için.’’
Biraz ilerledik ve bir dur işaretinde durduğumuz esnada Ashton bir kahkaha attı.
‘’Alıkoymak demek. Tanrım, Valerie! İstediğin zaman beni alıkoyabilirsin. Beni alıkoymanı dört gözle bekliyorum.’’ Bir süre daha güldü. Sonunda uzandı ve tam olarak gözlerimin çini baktı.
‘’Hey, rahatsız olmayı kes. Öyle bir şey yok. Zaten bugün gidiyorsun ve onlar da seninle vakit geçirmemi anlayışla karşılıyorlar. Yarın bütün gün onlarla birlikte olacağım.’’
Tek kaşımı kaldırdım. Evet, çocuklar benden bir gün sonra dönüyorlardı. Benim dönüş sebebimse elbette uygun bir elbise bulabilmekti. İçimi çektim.
‘’Yarın çocuklarla şarkı yazmak için toplanmayacak mısınız?’’
Başını salladı. ‘’Hayır, belki akşam birlikte pizza filan yeriz. Ama yarın gün içinde ailemle vakit geçireceğim.’’
‘’Ee, şarkıları bitirdiniz mi peki?’’ dedim konuyu değiştirmek için. Bir an için yüzü kararır gibi oldu. ‘’Sayılır,’’ dedi garip bir sesle. Sonra yol boyunca konuşmadık.
*
Son bir buçuk saattir tepeyi tırmanıyorduk. Kaybolduğumuz yönünde derin şüphelerim olsa da manzara mükemmeldi. Ashton yanımdaydı, elimi tutuyordu ve yanındaki çantada yiyecek olduğundan şüphelenmek için ciddi sebeplerim vardı.
Sık ağaçların arasından ilerlemeye devam ederken inledim. Ashton hafifçe elimi sıktı.
‘’Biraz daha sabret, Valerie. Az kaldı. Şu kayayı geçtikten sonra,’’ dedi. Lanet olası kayaya baktım. Bir tane daha. Neden bu kadar büyük olmak zorundaydılar ki?
15 dakika uğraştıktan sonra kayayı tırmanmayı başardım ve nefesim kesildi. Bunun tek sebebi de egzersiz eksikliği değildi. Yani hadi ama! Hangi kızın nefesi kesilmez ki? Yeşilin her tonundan ağaçlardaki yer yer turunculuklarla doğa bize bir mesaj vermeye çalışıyor gibiydi. Ve hemen ardından okyanus… Önündeyse yere oturmuş esrarengiz çantadan sandviç ve içeceklerle meyve çıkaran dağınık saçlı Ashton…
‘’İşte geldin,’’ dedi sırıtarak. Yanına oturdum. Birbirimize baktık ve sonra manzaraya döndük. Söyleyecek bir kelime yoktu. Bu yüzden biz de sandviçlerimize dalış yapmayı tercih ettik. Orada ne kadar oturduğumuzu bilmiyorum. O an için önemi yoktu. Neredeyse hiç konuşmadan görüntünün tadını çıkarttık. Mükemmeldi. Saçının tek bir telini bile değiştirmezdim. Eli uzanıp saçımı kulağımın arkasına attığında yüzüm avucunun içine düştü.
‘’Bir şey söylemedin,’’ dedi ciddiyetle. Omuz silktim ve gülümsedim.
‘’Fotoğraf seni korkutmadı, değil mi Valerie?’’ diye bastırdı. Tepkimi istiyordu. Ona baktım. Burada bizi kimse duyamazdı. Ve sonra söyledim.
‘’Seni incitmek istemiyorum, Ashton. Fotoğrafta olmayı istememe sebebim kendimi fazlalık gibi görmemdi. Bu… benimle ilgili bir şey. Sen, mükemmelsin. Ben… Ben, sadece korkuyorum. Baş edilmesi gereken çok şey var.’’ Bir an için durdum ve söylediklerimi sindirmesini bekledim. İlham geldiğinde konuşmak üzereydi.
‘’Fazla yaklaşmanı istemiyorum. Çünkü içerisi çok karanlık. İçerisi bütün şeytanlarımın saklandığı yer,’’ dedim şarkıdan alıntı yaparak. Sessizlik manzaranın güzelliğiyle bütünleşti. Bana ciddi, güzel gözlerle bakmaya devam etti.
‘’Durma, yaklaş,’’ dedi şarkının sözlerini değiştirirken. Bana doğru yaklaştı. ‘’İçeride bir cehennem var. İçerisi bütün şeytanlarının saklanabileceği bir yer.’’
*
Havaalanında bekleme noktasını geçtim. Uykumu almıştım ama başım çatlayacak gibi ağrıyordu. Kadie çıkış kapısının yanından bana el salladı ve Anna elindeki anahtarları havaya fırlattı. Derin bir nefes aldım.
Pamela ‘’İşte şimdi, en sevdiğim kısım başlıyor,’’ diye şarkı söylerken yüzümü buruşturdum ve arkadaşlarıma sarıldım. ‘’Kesinlikle pembe olacak. Ama pembe olmayacak. Seni mükemmel bir şey yapacağım, Valerie. Sakın korkma.’’
Arabaya bindiğimde Anna ve Kadie, Avustralya anılarını dinlemek ve eksik kaldığım dedikoduları aktarmak için neredeyse kıvranıyorlardı. Sırıttım. Arabayla mağazaların bolca olduğu bir yere doğru giderken Kadie iç çekti.
‘’Aklımdaki mükemmel elbisenin ne olduğunu biliyorum. Umarım onu bulabilirim. Sen bir şeyler düşündün mü Valerie?’’
Kafamı sallamak üzereyken Pamela’ya baktım. Gözleri hafifçe odağını kaybetmiş ve ağzı açık kalmış bir halde bir yere bakıyordu. Bir dur tabelasının önündeydik. Baktığı şeyi görmek için döndüm ve sırıttım. Ah, sanırım alışveriş tahmin ettiğimden daha kısa sürede bitecekti. Tanrı’ya şükür!
Telefonumu çıkarttım ve incimci pembe bir ışıltısı olan elbisenin fotoğrafını çektim.
*** Luke ***
Işıklar ve diğer her şey bana ilk çıktığımız konseri hatırlattı. Güzel, mutlu zamanlar… Süslemelerin bazılarına gözlerimi devirdim. Her ne kadar uğraşılmış ve klişeden uzaklaştırma çabalarıyla didinilmiş olsa da sonuçta bu spor salonundan bozma bir yerdeki aptalca bir mezuniyet balosuydu. Tavandaki balonlardan biri yavaşça düşmeye başlayınca dudaklarımın kenarı kıvrıldı.
‘O kadar da berbat değil’ dedi Valerie. Bir an için arkamı döndüm. Ama hayır, hala endişeyle dudağını kemirdiği sevgilisinin yanındaydı. Ve, o elbise… Ah, tanrım! Arkadaşlarıyla konuşuyor ve ilk girdiğinden bu yana ona kıskançlık dolu gözlerle bakan herkese gülümsüyordu. O kadar güzeldi ki, ışıltısı etrafı açık renk bir aura gibi sarmıştı. Hakkını vermek gerek, Ashton şanslı piçin tekiydi.
‘O sen olabilirdin,’ dedi Valerie. Yutkundum. Her ne halt yemeye buradaydım ki ben? ‘Belki de,’ diye fısıldamaya devam etti. ‘Belki de burayı bu kadar berbat bulma sebebin de fotoğrafın yanlış yerinde olduğunu fark etmendir.’ Acımasızca dürüsttü ve bu beni yaralıyordu.
Evet, fotoğraf… Yanımda getirdiğim Nikon’un lens kapağını açtım. Portreler için mükemmeldi. Şarkıcı çocuk şimdi de lanet bir fotoğrafçı çocuğa döndü. Ha. Ha. Gözlerimi devirdim. Finn’in hala Ashton’la Valerie’nin arasında olmasına sırıttım. Şarkılar başlarken Valerie bir şeyler söyledi. Kızgın görünüyordu. Gitmeden önce Finn onu durdurdu, yanına gidip sarıldı. Eliyle tuvaletleri işaret etti. Valerie bir miktar yumuşamış görünüyordu. Ah, lanet! Finn gidiyordu, eğlencem bitmişti.
Renk değiştiren ışıklara kaşlarımı çattım ve Calum’la birlikte az önce içeriye giren Kadie’ye gülümsedim. Bana el salladığında Cal’ın kaşları çatıldı. Ah, birilerinin canını daha sıkıyordum. Harika! Kadie bana uzaktan bir öpücük yolladı ve Calum’un dikkatinin bütün gece onun üzerinde olacağı kesinleşmiş oldu. Belki, parti bittikten sonra da…
Aklıma gelen düşünceyle bir kere daha kaşlarım çatıldı ve Valerie’yi en son gördüğüm yere baktım. Finn, kalabalığa baktı ve birini çağırdı çaktırmadan. Baktığı yere döndüm ve bir kahkaha attım. Ashton kızgınca elini saçından geçirirken Derek, Valerie’yi ilk dansına kaldırmıştı. Arkasından Finn’e başparmağını kaldırdı ve Valerie’yi piste sürükledi. Zavallı, zavallı Ashton! Sırıtmamı engellemedim.
Telefonumu açtım ve Michael’ın Facetime’ına cevap verdim.
‘’O yavşak sırıtmayı yüzünden silsen iyi olur, Lukey. Her durumda dayak yeme olasılığın fazla.’’
Kaşlarımı kaldırdım. ‘’Neden?’’
‘’Gerçekten göründüğün kadar kalın kafalı mısın? Geceleri mahvetmeden fotoğraflarını çek ve kıçını eve getir. Kendimi yalnız hissetmeye başladım.’’
‘’Sen yalnız kalmaya bayılırsın, Michael,’’ dedim gülerek. Yukarı bakarak birkaç saniyeliğine ilahi bir rehberlik bekler gibi gözlerini yumdu.
‘’Bak, işleri karıştırma. Sakın Valerie’yle dans etme. Ashton’ın sinirini bozma. Valerie’nin Balo Kraliçesi seçilirken ki halinin bir fotoğrafını çek ki buzdolabına asabilelim. Sonra da hemen o üzgün kıçını buraya getir.’’
Sözlerin karşı dişlerimi sıktım. Neden hep haklı olmak zorundaydı ki?! ‘’Ya Cal’ın sinirlerini bozarsam?’’ dedim sohbetimizi hafifletmeye çalışarak. Tanrım! Ne sohbetti ama.
‘’Elinden geleni ardına koyma, bebek!’’ dedi gülerek ve beni de güldürdü. Sonra da aramayı bitirdi. İçimi çektim ve istediğim fotoğrafları çektim. Telefonum titreşti. Başımı kaldırıp çevreye bir göz attım. Valerie hala Derek’le dans ediyordu. Ashton hemen arkasındaydı ve bu defa hayır’ı kabul etmeyecek gibi duruyordu. Mesajı açtım, Kadie’dendi.
‘Mükemmel balo için şarkı söyleyeceksin.’
‘Söz verdiğini hatırlatmak istedim Sarı. Bana borçlusun unutma.’
Gülümsedim ve cevap yazdım. ‘Ben sözünde duran biriyim. Özel bir isteğin var mı?’
‘Ed Sheeran! Lütfen! Lütfen, lütfen lütfen!!’ Güldüm ve başımı salladım. Cevap neredeyse aynı saniyede gelmişti. ‘Ben her şeyi ayarladım. Köşedeki mor saçlı kızın adı Anna. O da kuruldaydı. Sana yardımcı olacak. Kraliçeyi açıkladıktan sonra sen çıkacaksın. Şey… üzgünüm. Ama elimden gelen buydu.’
Uh, bu biraz acıtacaktı. Tarifine uygun kızı buldum. Gözleri dudağımdaki piercingde gereğinden fazla oyalanırken yavaşça nefesimi verdim. Hadi ama! Hafifçe kızardı ve bana yolu gösterdi. Biraz fazla yüksek sesle söylediklerine bakılırsa akustik gitarları iyi durumdaydı. Diğerleri tam bir çöptü. Bana ufak bir bakış attığı sırada kravatımı gevşetiyordum. Saçlarımı düzelttiğim sırada gitarın bir klasik olduğunu söyledi ve sesi çatladı. Gitarı uzattı. Lütfen, elleri bile titriyordu. Yarım bir şekilde gülümsedim ve toplanan kalabalığa baktım. Ah, büyük an!
Fotoğraf makinesi boynuma asılıydı. Gitarı bacağıma dayadım ve bu gergin anın bir fotoğrafını çektim. Ashton’ın eli Valerie’nin belindeydi. Valerie, hayattaki tek dayanağıymış gibi ona yaslanmıştı. Deklanşöre bastım ve bu anın 10 kopyası daha sonrası için kaydedilmiş oldu. Kamera lensini ayarlarken bir farkındalık yaşadım.
Ona güveniyordu. Gözlerini ona çevirmiş bakarken dudaklarını kemirmeye bir an için son verdiğinde ağzım açık kaldı. Lanet olsun. Hayır. Hayır, hayır, hayır! Bakışlarındaki duygu parıldayarak keskinleşti. HAYIR!
Alkışlarla Finn sahneye çıktı. Bu yılın Balo Kralı’ydı. Mikrofonu tutan kız parlatıcıdan yağ kaplı gibi görünen dudaklarını büzdü ve Valerie’nin adını haykırdı. Lensin arkasından gurur dolu gülümsemesiyle Ashton’ı ve rahatlamış bir biçimde kızaran Valerie’yi izledim. Omuzlarından bir yük kalkmış gibiydi. Bir başka farkındalık anı daha… Bunu isteme sebebi, kendisi değildi. Kraliçe olmayı istememişti. Bunu başka biri için yapmıştı. Yutkundum. Pamela için.
Sahneye çıktı ve saçmalık derecesinde parıltılı tacı taktı. Bileğindeki aranjmanla oynadı ve Finn ona gurur dolu bir gülümsemeyle bakarken uzanıp ona sarıldı. Ve sonra bitti. Çiçekler verildi ve ışıklar söndü. Çok çabuktu. Fazla çabuk. Elimle yakalamak istediğim halde avuçlarımdan dökülüp gitmişti.
Mor saçlı kız –Anna- başıyla bir işaret yaptı. Benim sıram. Yavaşça Nikon’u boynumdan çıkardım ve gözler bana dönerken en çok bakmasını istediğim kişi diğerinin yanına gitti. Bir başka farkındalık daha. Bu birazdan daha fazla acıtmıştı. Benim rolü buydu işte. Çık ve şarkıyı söyle. Herkes adını haykırdıktan sonra arka tarafa geçtiğinde etrafı bir sessizlik sarıyordu ve aynı döngü bir kez daha başlıyordu.
Loving can hurt, loving can hurt sometimes {Aşk incitebilir, aşk incitebilir bazen}
But it’s the only thing that I know {Ama bildiğim tek şey şu ki}
When it gets hard, you know it can get hard sometimes
{Zorlaştığı zaman, bilirsin bazen zorlaşır}
It is the only thing that makes us alive {Bizi canlı tutan tek şey budur}
Sonunda istediği başımı almıştım. Ama ne uğruna? Valerie ve Ashton ışıkların altında dans ediyorlardı. Calum ve Kadie de yakınlarındaydılar. Sözümü tutacağıma söz vermiştim. Kadie mutlulukla ışıldıyordu ve Calum’un tavrı sessiz bir vaat gibiydi. Onlar adına sevinmeliydim. Kafam bu kadar dumanlı olmasaydı…
We keep this love in a photograph {Aşkımızı bir fotoğrafta saklıyoruz}
We made these memories for ourselves {Bu anıları kendimiz için oluşturduk}
Where our eyes are never closing {Gözlerimizin asla kapanmadığı o yerde}
Hearts are never broken {Kalplerimizin asla kırılmadığı o zamanda,}
And time’s forever frozen still {Ve zaman hala sonsuza kadar donmuş halde}
Belki de fotoğraflarımı yakmalıydım. Başını Ashton’ın omzuna yasladı ve doğrudan bana baktı. Üzgün müydü? Özür mü diliyordu? Bu fotoğrafı asla yakamazdım. Lanet olası Nikon’ların yedek hafıza kartları ve kara kutuları olsa da bu daha derindi.
Loving can heal, loving can mend your soul {Aşk iyileştirebilir, aşk iyileştirebilir ruhunu}
Ah, Ed bazen fazla çiçek böceklik ediyordu. Lanet olsun. Lanet, lanet, lanet! Penayı düşürdüm. Hızla cebimden bir başkasını çıkarmadan önce elim parmağımdaki yüzüğe gitti. Ama elbette orada yoktu. Ona vermiştim. Belki de atmıştır, dedi bir kız. Bir daha yutkundum.
And if you hurt me {Ve eğer beni incitirsen,}
That’s okay baby, only words bleed {Sorun değil bebeğim, daha kötüsü de olabilirdi}
Sorun var mıydı? Sanırım yoktu. Ashton, Valerie’yi döndürdü. Valerie kolyesini de takmıştı. Ucunda milyonlarca an olan kolye arada salındı. Geri dönmeden önce parmakları hafifçe kolyeyi düzeltti ve kolye bir an için parıldadı. Hemen önümde dans ediyorlardı ve kolyenin ucundaydı. Çiçek tacından yüzük içinde mavi, küçük bir çiçeğin olduğu minik şişenin yanındaydı.
You can fit me {Bana uyabilirsin}
Inside the necklace you got when you were sixteen
{On altı yaşındayken aldığın o kolyenin içinde}
Next to your heartbeat where I should be {Kalp atışlarının tam yanında olacağım}
Keep it deep within your soul {Ruhunun derinliklerinde sakla beni}
Kolye zarif hareketlere ayak uydururcasına olduğu yerde salındı. Yüzük de öyle. Tüm vücudum titrerken gözlerimi kapattım.
When I’m away, I will remember how you kissed me
{Gittiğim zaman, beni nasıl öptüğünü hatırlayacağım}
Under the lamppost back on Sixth street {Altıncı sokakta, sokak lambasının altında}
Hearing you whisper through the phone, {Telefondaki fısıltını duyacağım}
‘’Wait for me to come home’’ {Eve gelişimi bekle}
Şarkı bitti ve alkışlar etrafı kaplarken kendi kendime gülmeye yakın bir ses çıkardım. Neredeyse bir homurtu. Anna gözlerinde yaşlarla bana geliyordu. Gitarı uzattım ve arkamı döndüm. Nikon bıraktığım yerde bekliyordu. Pekala, o fotoğraflara ihtiyacım vardı. Her ne olursa olsun.
Valerie öne atıldı ve Ashton beline sıkıca sarıldı. Onlara öylece bakmaya devam ettim. Belki de şuan ben ona sarılıyor olabilirdim. Bu gerçek beni sarstığında ayrılma vaktim gelmişti.
Çıkarken Calum’un kolunda Kadie ile punç sırasında olduğunu gördüm. Kadie’nin üstündeki elbise elbette Calum’un yasakladığı elbiseydi. Nedense bu beni güldürdü. Kadie’ye sırıttım. O da bana geri sırıttı. Tanrım! Bu kız gerçekten ne yaptığını biliyordu.
‘’Öyle piç gibi sırıtmayı kesmezsen yumruğumun tadına bakacaksın Luke!’’ Calum bana sinirle bakmaya devam ederken onun sinirlerini bozacak biçimde gülmeye devam ettim.
Kadie’ye sarılırken şakadan gözlerimi yumdum ve inledim.
‘’Kız arkadaşın harika kokuyor Calum. Ne zaman onunla baloya gitmek istemezsen haberim olsun. Bilirsin, böyle tatlar kolay bulunmu-‘’
Calum bana bir tekme atınca cümlem yarıda kesildi. Kadie kıkırdadı ve Calum’u öptü.
‘’Yardım için teşekkürler, şapşal. Şimdi izin verirsen sevgilimle edeceğimiz danslar var.’’
‘’İyi eğlenceler ve unutma, ara beni.’’ Elimle evrensel telefon işaretini yapıp göz kırparken Calum’un uzanamayacağı bir noktada olduğumdan emin oldum. Kadie’yi seviyorum. Valerie’nin arkadaşı olduğu için değil, iyi bir insan olduğu ve Valerie’ye gerçekten değer veren bir arkadaşı olduğu için. Tamam, gözlerinizi devirmeyin. İkinci adımın ‘şapşal’ olmadığına da oldukça eminim.
Adı bir ürpertiye sebep olurken kendi kendime gülümsedim. Seçeneklerimi değerlendirmek şuan yapılacak en mantıklı şeydi. Eve gitmek? Ev gibi hissettirmiyorken mi? Hayır. Kulübe? Şimdi değil. Bir bar? Çok klişe. Yürümeye devam ettim ve yapmak istediğim şeyin bu olduğunu fark ettim. Yanından geçtiğim parkın içerisinden birkaç bağrışma yükseldi. Büyük ihtimalle uyuşturucu satıcıları birilerini bıçaklamıştı. Harika.
Parka girdim ve kendime bir rota belirleyerek ve etrafın karanlık olmasından faydalanarak yürümeye devam ettim. Elim telefonuma gitti. Twitter ikonuna geldiğimde yapacak bir şeyim olmadığı için uygulamayı açtım. Bildirimlerdeki engeli kaldırdım ve etiket adıma gönderilmiş binlerce tweet’e bakarken içimi çektim. Beni sevdiğini söyleyen ve onu takip etmemi isteyen yüzlerce insan vardı. Arada zekice espriler ve özgüven sahibi kızların çeşitli imalarıyla dolu tweet’leri göze çapıyordu. Ve bunu istemediğimi biliyordum. Benim tipim biraz daha utangaç olanlardı.
Bir kez daha içimi çektim. Ne olursa olsun kendimi yalnız hissetmekten alıkoyamadım. Günlerce girmediğim halde bir bildirim bile almadığım zamanlar aklıma geldikçe gülümsediğimi hissettim. En az o zamanlardaki kadar yalnızdım. Elbette artık Michael ve Calum vardı ama onlar aileden olduğundan sayılmazdı. Adımlarımı sıklaştırırken vicdanım alay edercesine ‘’Peki ya Ashton?’’ dedi. ‘’O artık aileden değil mi?’’
Pamela’yla tanıştığımda konuşmamaya başlamıştım. O konuştu ve ben de dinledim. Bir süre sonra Pamela Calum, Michael ve Ashton’la da tanıştı ve onlarla da konuşmama dönemim başlamış oldu. Ne konuşacaktık ki? Annemle konuşamadım. O kendi sorunlarıyla ilgili konuşurken benim saçma dertlerimi anlatmak bencilce gelmişti. Bir süre sonra susmaya alıştım. Kimseyle konuşamadıkça yalnızlaştım ve kendimi şarkı yazmaya, şarkılarda konuşmaya verdim.
Pamela öldüğünde, Valerie’yle konuşmaya başladık. Ama ikimiz de çok uzun süredir sustuğumuz için kahkahalar atmaya ve güzel şeylerden bahsetmeye cesaret edemedik. Sesimizi kaybedeceğimizden korktuk ve birbirimize fısıldadık. Valerie’yle konuşamayınca tavsiye almak için Ashton’la konuştum. Sonra aynı döngüye yeniden girmiş olduk.
Bir kez daha sessizlik etrafı sardığında konuşamasam da dikkatimi çeken birçok şey vardı. Ben konuşamadıkça vicdanım konuştu. Ben konuşmak isteyip konuşamadıkça bu defa kendi konuşmak istediklerimi fotoğraflarken buldum. Uzun zamandır konuşmadım ve artık fazla doluyum.
Uygun bir boşluk bulduğum anda bir patlama gibi içimdekini tüketmeye başlamıştım. Yakıp yıktığımı fark ettiğim o an köşedeki adam bana kötü bir bakış attı. Asla birini kırmayı ya da birine zarar vermeyi istemedim ama artık olanlar bana zarar veriyor.
Küçük, mahzenden bozma salondaki bu dansı daha ne kadar yapmaya devam edeceğiz bilmiyorum. Partnerler değişiyor ama müzik hep aynı kalıyor.
Beni sıkan bu duvarlardan kurtulup dışarı çıkmak ve sonu belirsiz bir maceraya atılmak istediğimi fark ettim. Arkadaşlarım mı? Canları cehenneme… Bir kez olsun beni yalnız hissettiren bu insanları düşünmeden kendim için bir şey yapmak istiyordum. Yağmurun altında dans etmek istediğimi fark ettim.
-
‘’Neden bir lunaparka gittiğimizi biri açıklayabilir mi?’’ Calum homurdanmaya devam ederken ona ters bir bakış attım.
‘’Çünkü sevgililer bunu yapar Calum. Bu kadar duygusuz biri olmayı kes ve bana bir pamuk şeker al.’’ Michael, Calum’u sustururken Valerie’yi güldürmeyi de başardı. Tanrım! Bunu nasıl yapmayı başardığını ona sormam gerektiğini kendime hatırlattım.
Yürümeye devam ettik ve böylece lunaparkın kapısının kapalı olduğunu gördük. ‘’Nasıl yani?’’ dedi Ashton şaşkınlıkla. ‘’Ama içeride insanlar var.’’
‘’Özel parti için rezerve edildi. Bu yüzden siz serseriler bu gece ‘takılacak’ başka bir yer bulun.’’
Valerie’ye yönelik iğrenç bakışlarını yok etmek için öne atıldığımda Valerie kolumu tuttu. Diğer eliyle de Ashton’ı tuttuğunu fark ettim. Gülümsedi.
‘’Boş verin çocuklar. Ünlü olduğunuzda size buraya gelmeniz için yalvaracaklar.’’
‘’Ünlü olursak, Valerie,’’diye düzeltti O’nu Michael. Valerie kaşlarını çattı. Gerisingeriye dönerken olduğu yerde durdu.
‘’Tabi ki ünlü olacaksınız. Ve biz de bu lanet olası lunaparka gireceğiz. Hadi gelin bakalım ‘serseriler’. Bu gece bu lunaparka girip istediğimiz kadar atlıkarıncaya bineceğiz.’’
Arka tarafa yönelirken ve bizi gülümseten siniriyle kendine söylenirken sırıtmaya devam ettim. Vay canına! Onu gerçekten kızdırmıştık demek. Michael başparmağını kaldırıp bana gizlice sırıttı. Ve hemen sonra arka taraftaki kapının üstünde bir kilit olduğu ortaya çıktı. Ne zaman pes edeceğini merak ederek ona bakmaya devam ettim.
Bir süre konuşmadan durduktan sonra Valerie, ‘’siktir et,’’ diye mırıldandı ve ne olduğunu anlamadan parmaklıkları tırmanıp diğer tarafa atladı. Sonra da dönüp, ‘’Sonuçta bir daha asla şimdi olduğumuz kadar genç olmayacağız,’’ dedi bize kendini beğenmiş gülümsemeyle. Okuldaki kızlar gibi kıkırdamamak için kendimi zor tuttum.
‘’Ee, Val, ona bir şey demiyorum. Sadece biz senin gibi parmaklıktan atlamayıp kapıyı kullanabilir miyiz diyecektim.’’ Michael kapının açık kilidini tutup el salladı. Valerie gözlerini devirdi. O an, içimde bir şeylerin biriktiğini ve birden vücudumun kontrolünü ele geçirdiğini hissettim. Onu tutup, koşmaya başlamak ve sadece kendime saklamak istiyordum. Ve hayatımın sonuna kadar sadece benimle konuşmasını sağlamak. Sadece bana bakmasını sağlamak.
‘’Havamı bozmasan olmuyor, değil mi Michael?’’ dedi gülerek. Kendimi orada sadece gülmek veya sırıtmak veya konu mankeni olarak durmak için bulunuyormuşum gibi hissederek çaktırmadan kendime bir tokat attım. Salak! Bir şeyler söyle Luke!
‘’Sanırım artık eğlenebiliriz. Ben dönme dolapla başlayacağım.’’
Moron! Calum bana omuz atıp geçerken, ‘’Valerie’nin senden daha erkek olduğunu düşünüyorum, Luke,’’ dedi dalga geçerek. Pekala, işte şimdi sırası.
‘’Bildiğim kadarıyla geceleri benim odamı izlemiyorsun, Cal. O zaman bu yorumuna gerek kalmazdı.’’
‘’Asla bilemezsin, dostum,’’ dedi Cal ve Michael’la beşlik çaktılar.
‘’İğrenç bir sapıksın.’’ Güldüm ve birbirimize vurup aramızdaki kardeşlik bağını güçlendirirken Valerie’ye göz kırpmayı da unutmadım. Ne yaptığımı düşünmedim. Uzandım ve elini tuttum. Elleri titriyordu ve buz gibiydi. Benimkilerin terden sırılsıklam olmadığını umdum.
‘’Hadi gidelim, Kızıl Kaplan.’’
‘’Bana öyle seslenme,’’ diye zayıf bir biçimde karşı koydu ama yüzünün kızarıklığı hala geçmemişti. Kızarmasını izlemeye bayılıyorum. Söz konusu ben olduğumda, gözlerinin odağını hafifçe kaybetmesini ve kendine gelince yüzünün pembenin çok güzel bir tonu halini almasını izlemek kesinlikle çok zevkliydi.
‘’Nereye gitmek istersin?’’
Omuz silkti. ‘’Bilmem. Sen ne dersin?’’
‘’Benim biraz adrenaline ihtiyacım var millet. Sizinle sonra görüşürüz,’’ dedi Ashton ve arkasına dönmeden oyuncaklardan birinin sırasına doğru ilerlemeye başladı.
‘’Biz de Calum’la aşk tünelini deneyeceğiz. Siz ikiniz kendinize bir çalılık arkası filan aramaya kalkmayın sakın. Çıkmadan önce de buluşup şu partiyi iyice bozalım derim.’’
Michael bize alaycı bir bakış attı. Valerie bir daha kızarırken Michael’ın omzuna vurdu ve yanağını öptü. ‘’Hey,’’ diye itiraz ettiğimde de Calum uzanıp Valerie’nin yanağına sulu, iğrenç bir öpücük kondurdu.
‘’Bir saat sonra görüşürüz.’’ El sallayarak uzaklaştılar. Yalnız kaldığımızda doğal halimize döndük.
‘’Peki, moron. Eğer bir daha beni böyle utandırırsan-‘’
‘’Ne yaparsın?’’ dedim sataşarak. ‘’Bana kızarır mısın?’’ Kaşlarımı kaldırıp ona baktım. Diz kapağıma bir tekme attığında kahkaha attım.
‘’Gece uykunda gelip seni boğabilirim, Penguen Çocuk. Beni zorlamasan iyi edersin.’’ Omuz silktim.
‘’Ne?’’ dedi biraz sinirle.
‘’Beni boğamazsın.’’
‘’Öyle mi? Peki bu sonuca nereden vardın?’’
‘’Çünkü uykun çok derin. Sen uyanana dek ben Pasifik’in diğer tarafında olabilirim. Bir de tabi, iflah olmaz yakışıklılığım filan da var.’’
Kaşlarını kaldırıp bana anlaşılmaz bir şekilde baktı ve başını sallayıp alaycı bir ses çıkarttı. Arkasını dönüp salıncaklara doğru yürümeye başladı. Bir dakika…
‘’Vay canına! Bugünü not etmeliyiz. Yani, gerçekten, az önce benim yakışıklı olduğumu kabul ettiğinin farkındasın değil mi, Valerie?’’
Bana dönmedi. Onu döndüremeyeceğimi bildiğim için ben önüne geçtim. Bana aksi bir şekilde baktı.
‘’Kapa çeneni, Hemmings,’’ dediğinde tartışma kabul etmeyecek durumda olduğunu anladım. Elbette, bu beni durdurmadı. Patlamış mısır alıp yürümeye devam ettik. Ağzıma birkaç mısır atarken havadan sudan bahseder gibi etrafa bakınmaya devam ettim. Bir grup, güç ölçer saçma aletin etrafında toplanmıştı.
‘’Eh, sen de artık kabul ettiğine göre sanırım yakışıklı olduğumu Twitter biyografime yazabilirim. Hatta sonuna bir not da düşerim. Bilirsin-‘’
Birden arkama atlamasına karşı hazırlıksızdım tabi ki. Patlamış mısır kovasını birden bıraktım ve o bacaklarını beceriksizce belime dolarken ben de yardım ettim ve bir an sonra sırtımdaydı. Kolları sıkıca boynumun etrafına sarılmıştı. Kulağımın hemen dibinde güldü ve iç gıdıklayan bir his omurgam boyunca inip böbreklerimin orada bir yerde toplandı.
‘’Bakalım ne kadar güçlüsün? Hem belli mi olur. Bir de bakarsın benim gibi incecik bir kızı bile taşıyamazsın ve yüzüstü düşüp birazcık düzelen görünüşünü yere kazılı halde bırakırsın. Hatta yüzündeki deriler parçalandığı için kıçından deri alıp yüzüne yapıştırırlar.’’
Güldüm ve yürümeye devam ettim. Kaymaması için onu desteklemeye devam ediyordum.
‘’Eğer kıçımdan deri eklerlerse daha da yakışıklı olurum, Valerie,’’ dedim çok basit bir şeyi bilememiş gibi. ‘’Hem bu yüzü öpmek zorunda olan sensin.’’
Bir an sonra uzanıp kulağımı ısırdı. Siktir! Bunu neden yaptı? Durup devam etmeden önce derin bir nefes aldım ve kendimi toparlamaya çalıştım. Bir an sonra omzumu da ısırdı.
‘’Çok gıcıksın,’’ dedi kulağıma doğru fısıldayarak.
‘’Biliyorum.’’ Ve küçük bir öpücükle ödüllendirildim. ‘’Şimdi, lütfen bizi dönme dolaba götür, Penguen Çocuk.’’
‘’Bu penguen çocuk aynı zamanda seni taşıyor. Yani biraz saygıyı hak etti bence.’’ Homurdandığımda kıkırdadı. Hemen sonra gök gürledi ve bir dondurma tezgahını geçtikten hemen sonra kız çığlıklarının eşlik ettiği delice bir yağmur başladı. Acele etmeden yürümeye devam ettim.
Boynumdaki kollarını sıkıp pozisyonunu düzeltti ve çenesini omzuma dayadı.
‘’Bu kötü oldu. Dönme dolabı çalıştırmayacaklar.’’
Dönme dolabın önüne geldik. İnsanlar yavaş yavaş lunaparkı boşaltırken onu sırtımdan kaydırdım ve arkamı döndüm. Göz göze geldiğimizde gözleri parıldadı. Dönme dolabın ışıkları altında çok güzel görünüyordu.
‘’Dans et benimle,’’ dedim ona bakarak. Elimi uzattım. Tuttu.
-
Gök gürledi. Yağmurun yağacağını düşünerek gökyüzüne baktım. Dakikalar boyunca kız çığlıklarının eşlik edeceği delice yağan yağmuru bekledim. Ama hiçbir şey olmadı. Sanırım, değişim vakti gelmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Heartache On The Big Screen
Fanfic''It's too late to love,'' she said. ''But too early to lose,'' he replied. * Uyurken yüz hatları gevşemişti. Kendime yalnızca O uyuduğunda umutlanma izni verirdim. Kısa bir süre önce alt dudağının sol tarafına taktırdığı piercing pencereden içeri g...