6 Haziran 1965

107 11 0
                                    

6 Haziran 1965

Sevgili günlük,

Sayısız denememin ardından gelmek bilmeyen, geldiğinde de hemen giden uykumu ilaçlar getirdi bana. Aslında çok zorda kalmadıkça içmem ama sürekli aynı rüyayı görüp irkilerek uyanmak beni yordu. Zaten güçsüz olan bünyem daha da bitkinleşti. Uyku ilacının tadını unutmuşum neredeyse. İçince eskiler geldi aklıma daha da kötü oldum.

Aralıksız sadece beş saat uyuyabildim, günlük. Ruhu yorgun bir insan için beş saatlik uyku ne kadar da az! Ama sanırım sorun biraz da bende. Hem sonsuz uykuyu diliyorum hem de rüyalardan korkuyorum. 

Uyanınca bir daha uyumayı gözüm almadı. Baş ucumdaki kitabı aldım elime, açtım ilk sayfasını.

"Artık ne pencerem var seni koyacak,

Ne de masam.

Sevgilim de yok bu şehirde.

Çiçek, seni alıp ne yapsam?"[1]

Sayfanın sonunda turuncu renkli bir yıldız çiziliydi. Birkaç sayfa daha çevirdim, yıldızlar devam ediyordu. Söylesene günlük, sevdiği satırları kalemin kirli mürekkebiyle kirletmemek için kenarlarına yıldız çizecek kadar narin bir kadının karşıma çıkmasını hak edecek ne yaptım?

Ben kitaba dalmış giderken bir anda kapım çalındı. Ağır ağır kapattım kitabın kapağını, ağır ağır kalktım yataktan ve yine ağır ağır inip kapıyı açtım. 

"İçim seni tek bırakmaya el vermedi, dostum." 

"Ah dostum, iyi ki geldin. Kafayı yemek üzereyim." Birkaç adım geri çekilip Erdem'in içeri girmesini bekledim. Erdem içeri girince mutfağa geçtik. 

"Erdal, yapma böyle. Temelli gitmedi ki kızcağız! Kendine yazık etmekten başka bir şey yapmıyorsun." Raftan iki çay bardağı çıkarıp derin bir iç çektim ve devam ettim. 

"Belki birkaç ay sürer." 

"Neden gittiğini biliyor musun? Bir şey söyledi mi sana giderken" Çay dolu bardakları masaya koyup tam karşısındaki sandalyeye geçtim. 

"Bilmiyorum, dostum. Bilmiyor oluşum beni bu hale getiriyor zaten. Giderken tek bir kelam dahi çıkmadı ağzından. Çaresiz, yalnız ve perişan görünüyordu. Tek yapabildiği çırpınmaktı. Ama o beter duygular onun kafasını meşgul ederken bile gözyaşlarını silip sarıldı bana."

"Bana bunu anlatmadın. Arabaya bindiğinizde mi oldu?" Kafa sallayabildim sadece. "Ee, sonra ne oldu? Neler hissediyorsun?"

"Bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum, ne yapmam gerektiğini de bilmiyorum. Hiçbir çıkışın olmadığı bir labirentte gibi hissediyorum. Hem Aylin hem de Daisi'nin aklımda oluşu ikisine de bencilce davrandığımı hissettiriyor."

"Kendimi senin yerine koyduğumda ben de boşluğa düşmüş gibi hissediyorum. Anlıyorum seni, Aylin'i kaybetmen çok acı. Ama artık önüne bakmanın zamanı gelmedi mi? Sen daha yirmi yedi yaşındasın. Geriye dönüp orada kalmanın bir manası yok ki. Zaman geriye akmıyor. İleriye bakmalısın artık."

"Ben hala onun gittiğine inanmazken nasıl Daisi'yi de sürüklerim karamsarlığıma?"

"Bir şey düşünmene gerek yok sadece içinden ne geliyorsa onu yap. Gerçekten ne istediğini bil önce, sonra da kararını ona göre ver. Çok üzerinde durmadan kısaca düşün, detaya gerek yok. Eğer kararın böyle devam etmekse saygı duyacağım. Ama diyorsan yok ben istemiyorum artık böyle yaşamak, o zaman sevmekle ya da yeni arkadaşlar edinmekle başlayabilirsin. Mesela Daisi'yle iyi anlaştınız, eh aklıma da girdi dedin madem onunla başla pek de uzaklarda aramana gerek yok. O, senin gibi bakmıyorsa sana o zaman tek taraflı sev, korkma. Ama kendini kaptırma sakın, canın yanmasın."

"Tamam, deneyeceğim. Bugün üzerinde pek durmamaya çalışarak bir şeyler düşüneceğim ve bir karar alacağım. Aldığım karardan sonra da seni arayıp haber vereceğim, telefonumu bekle. Verdiğim kararı sadece bir hafta deneyip neler hissettiğimi gözlemleyeceğim. Eğer gerçekten iyi hissediyorsam o zaman devam ederim."

"Bir haftanın sonunda kararın ne olursa olsun bana teşekkür edeceksin."

"Hadi bakalım, hayırlısı..."

Biraz daha konuştuktan sonra Erdem gitti. Erdem gittiğinde yukarı çıkıp başucumdaki kitabı elime aldım. Uzun uzun baktım kitaba. Papatya kokuyordu kitap. Sonra kalktım oturduğum yataktan, çalışma masama geçip penceremden dışarıyı izledim. 

Penceremden dışarıyı izlediğim vakit bir sürü insan geçti. Sadece gözlerimi diktim insanlara, izledim neler yaptıklarını. Bir sürü duygu vardı yüzlerinden geçen. Kimisi mutluydu, kimisi daldın... Hatta birkaç kişi ağlayarak geçti. Ağlayarak geçenlerden sadece birinin yüzü gülüyordu. Ne şanslıydı o! Görünce biraz şaşırdım aslında ama unutmuşum insanların gülerek de ağlayabildiklerini. Birçok kişi yanındakiyle konuşuyordu. Bazısı hararetle bir şey anlatıyor bazısı da yüzünü ekşitip iğrentiyle konuşuyordu. Tek başına sessizce gelip geçenler de oldu. Tüm bu geçip giden insanlarda aradığım tek şey Çiçek Hanım'ı anımsatan ufak bir benzeyişti. Ama kimse ne onun gözlerinin etrafa saçtığı ışığı saçabiliyordu ne onun konuştuğu gibi konuşuyordu ne onun gibi gülebiliyordu ne de onun gibi susabiliyordu.

Güneş batmaya başladığında yine o hüzünlü hava sardı her yanı, güneşin ışıkları odanın içine doldu. Hafif bir yaz yağmuru da yağmaya başladı. Defterimi çıkarıp bir şeyler karaladım. Yazım bitince tekrar şiir kitabını aldım elime. Tam, kaldığım yerden devam edecektim ki kitabın içinden kurumuş bir papatya düştü masama. Kitaptan düşen papatyayı tam karşıma koyup tekrar bir şeyler karaladım. Bu seferki bir şiirdi. Genelde pek yazmam aslında beceremem ama o an öyle oluverdi.

"Sadece kalp atışlarımın değişmesi,

Yapar mı onu bir sevgili?

Aklım bambaşka düşünür oysaki.

Kışın buralardan gitmesi,

Yazı, gözümde imkansız yapar mı?

Çok da uzakta değilken yazın olması. 

Çiçek hiç terk eder mi,

Her zaman açtığı yeri?

Onun yuvasıyken o ağacın dibi

Söyle bana,

Ben sana, sen da bana;

Olmuşken bir yuva,

Gitmek yaraşır mı sana?"

Papatyayı yazdığım şiirin üzerine koyup sayfayı dikkatlice katladım. Sonra da cüzdanıma koydum. Şimdiyse Erdem'in dediklerini düşünüyorum. Gittiğinden beri Çiçek Hanım aklımdan çıkmıyor ve ben ruhumun yenilendiğini hissediyorum. Sadece aklımın içindeyken bile ruhumun yenilenebilmesini sağlıyor. Sanırım şu andan itibaren her şey güzel olacak.




[1] : Cahit Külebi'nin  kısa bir şiiri

Çiçek Pencereli KadınHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin