Tam 15 gün önce çıktığım hastanenin önündeydim. Kolumdaki saat henüz randevuma yarım saat olduğunu söylüyordu.
Trafik olursa diye erken çıkmış olsamda, aslında bir an önce alçının ağırlığından kurtulmak istiyordum. Adli bir vaka olduğu ve son kontrolümü yine aynı hastaneden raporlayacakları için, tekrar buraya gelmek zorunda kalmış olmak, hastane nefretimi körüklüyordu.İçeride beklemekten ise, dışarıda oturup saatin gelmesini beklemek daha doğru geldiği için, boş bir banka oturdum.
Güneş adeta yakıcı tüm ışınlarını üzerime gönderdiğinde, haki yeşili kazağımın üzerine, bol olduğu kadar, kalın siyah bir mont, siyah kotumun altına, siyah postallarımı giymiş olduğumu farkettim. Hava durumuna bakıp çıkmak, huyum değildi, birçok insan benim aksime, en azından camdan dışarıya kafalarını uzatıp çıktığı için, yürüyen tezat olarak tarihe geçebilirdim. Zaten en soğuk ve yağmurlu havalarda deri mont ve spor ayakkabılarımla, güneşin göz kırptığı günlerde postallarımı ve en kalın montumu giyerek, dışarı çıkmak gibi bir huyum vardı. Ankara hava durumunun, ruh halim gibi değişken olmasının etkiside yok değildi. Kazağımın boğazını çekiştirip, nefes almaya çabalamam, nafileydi. Montumu çoktan çıkarıp, üzerime koymuştum. Birbirine çarparak çıkmaya çalışan, bir içeri bir dışarı sirkülasyon halinde ilerleyen insanlar...sorun kazakta, ya da tam güneşin alnında oturmuş olmamdan ziyade, buradaki havanın boğucu olmasındandı.
Sürekli içeri girip çıkan kişileri takip etme dürtüm, istem dışıydı. İki kadın ağlayarak çıkarken, aynı kapıdan, bir çift birbirine sarılmış, kocaman gülen yüzleri ile, daha yeni almış oldukları ultrason resmine bakarak çıktılar.
Okul yıllarında, bazen canım çok sıkılır, sinemaya ya da konsere gitmek isterdim, ama param olmazdı. İşte öyle anlarda, bir karakolun veya hastanenin önünde, ya da çok işlek bir caddenin kaldırım taşında, saatlerce oturup, insanları, çocukları ve hayvanları izlerdim. Drama, komedi, aksiyon, romantizm her bir duyguyu, tüm gerçekliği ve acınası hali ile anlamaya çalışır, kafamdaki sahneleri ileri götürüp, ımd puanı bile verirdim.
Bu dürtüm, çocukluğumda kaldırım taşına oturup, hayvanları ve insanların, onlara nasıl davrandığını izleyerek başlamıştı. Sonra Çocuk Esirgeme Kurumu'nun içinde, kendim gibi olan çocukları, kurum içi görevlileri, evlat edinmeye gelen aileleri, yardım yaptığını sanıp, poşet poşet hediyelerle gelen, ama asla bir çocuğun başını okşamayan yetişkinleri izleyerek devam etti. Okuldaki öğretmenleri, normal bir ailede büyüyen çocukların, diğer çocuklara davranış şeklini... Hiç bitmeyen izleme sürecim, katlanarak devam etmişti. Üniversite yıllarımda garson olarak çalışırken, müşterilerin bütün hayat hikayesini çıkaracak kadar çok izledim. Her gün gelen, aynı masaya oturan, aynı kahveyi içen ve hatta her gün aynı yemeği sipariş eden insanlar... Şimdide bir bankta hastanenin içine girip çıkan insanları, ağlayanı, güleni, yaralısı... gözlerimi istemsizce odaklayıp filme başlamıştım. Bu bir hastalıktı!
Üniversitede kendimi anlamak istediğim bir zaman diliminde, Sema ile kesişmişti yolum. Amerika'nın çok iyi eğitim veren bir okulunda, psikoloji okumuş, Türkiye'de klinik açmıştı. Bizim üniversiteye söyleşiye geldiği bir gün ilgimi çektiği için, ilerleyen günlerde bütün tezlerini, İngilizce makalelerini, katıldığı araştırmaları okumuştum. Ana fikirde, ilaçsız tedavinin mümkün olabileceğini savunan sözleri ile, randevu alıp koltuğa otumam, kaçınılmaz olmuştu. Nefret ettiğim o koltuğa bile isteye oturmak zordu... zira çocukluğumdan o güne, sayısız doktorun tedavi yöntemleri hep aynı yere çıkıyordu. Kutu kutu yazılan ilaçlar...
Kaçıncı seans olduğunu bilmediğim bir zaman diliminde, 'Asya, anlattıklarından şu anlam çıkıyor. Çocukken izleme olarak adlandırdığın tüm o yaşadığın anları, başkası yaşıyormuş gibi tepkisiz kalmışsın. Aslında bu bir nevi istemsizce geliştirdiğin koruma kalkanın olmuş. Yaşın ilerledikçe, izlemenin yanına sorgulama, yetinide koymuşsun. Sorgulamaya başlaman çok güzel...' tane tane konuştuğu her an, ağzından çıkan her kelimeyi titizlikle seçip kuruyor olması...ona olan güvenimi perçinlediğini, şimdi bile hissediyordum. '
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bİ İZ
Fiksi UmumBiz, yine zifiri karanlığın ortasında oturup dertleşiyorduk. Biz kim? dersen, içimde ki benlerin toplamı...Biz ediyorduk. Çoktu çünkü, 3 tü, 5 ti, bazen daha da çok. Hep savaş alanı, kan kaybından ölen, arkasından bıçaklanan, soldan güçlü bir kroşe...