GİRİŞ

4.5K 321 97
                                    

EVET ARKADAŞLAR HIZLI BİR ŞEKİLDE KALDIĞIMIZ YERDEN DEVAM EDİYORUZ... KİBİR İLE VEDA ETTİĞİM YERDEN IŞIK TANRISI İLE SİZLERE YENİDEN MERHABA DİYORUM... BEĞENECEĞİNİZİ UMARIM YAZDIĞIM EN DEĞİŞİK KARAKTERLERDEN İKİSİ BU HİKAYEDE ÇÜNKÜ VE İKİSİ DE MİTHRAS DEĞİL :D... KURALLAR AYNI... OTUZ YORUMUN ALTINA YENİ BÖLÜM GELMEYECEKTİR... BOL KEYİFLER...


"Bunun tadı mora benziyor" diye mırıldandı küçük peri şevkle. Avuç içi kadar bedeni rengârenkti. Saçları sanki gökkuşağından geçip bütün renklerini almış gibi görünüyordu. Yeşil yapraklardan oluşmuş elbisesi ve minik bacaklarını saran kahverengi dallar vardı. Saçları bir açmamış bir gül tomurcuğu gibi uçları yukarı dikilmiş ve birleşmişti.

Önündeki kâsede duran üzüm tanelerini sanki hayatında yediği en lezzetli yemekmiş gibi açlıkla götürüyordu. Her bir üzüm tanesinin kendinden birazcık küçük olduğu düşünülünce sevimli bir görüntü sayılırdı aslında. Onlardan birini kaldırabilmek için bile iki eliyle kavraması gerekiyordu.

Çok nadir bir tür olan renk perileri diğer akrabalarının aksine yalnız takılmayı severlerdi. Onlar için her zevk, görüntü ve tat bir renkten oluşurdu. O kadar azdı ki sayıları milenyumlarca yıl yaşamış yaratıklardan pek azı bir renk perisini görmüşlüğü vardı. Çünkü aynı zamanda bu küçük, sevimli yaratıklar saklanmak konusunda ustaydılar.

Peri bulunduğu ortama hiç uymuyordu. Bu renkli cıvıl cıvıl bedeni sanki yanlışlıkla oraya düşmüş gibiydi. Tepesinde tehlikeli görünen buz sarkıtlarının bulunduğu bir mağaraydı burası. İçerideki her şey buzdandı ve sanki bu mağarada mavi ya da beyazdan başka bir renk yoktu.

Korkutucu bir yerdi. Bu görüntüyü buzdan çivileri tepesinde yükselen taht ve hemen mağaranın bir kenarında donmuş halde bekleyen tuhaf canlılar da destekliyordu.

Ayak seslerini duyduğunda neşeli bir şekilde döndü ve mağaranın girişine baktı. İki eliyle tuttuğu büyük bir üzüm tanesini uzattı. "Bunlardan denemelisiniz" dedi neşeli bir şekilde. "Çok renkliler." Bu çok lezzetli oldukları anlamına geliyordu.

Genç kadın onu dikkate almadan yanından geçip gitti. Üzerinde buz mavisi uzun bir elbise vardı. Omuzları açık elbisenin kolları aşağı doğru genişliyor ve ellerini gizliyordu. Etekleri ise yerleri süpürüyordu. Teni o kadar beyaz ve solgundu ki dokununca kırılacak gibi görünüyordu. Beyaz saçları beline kadar dümdüz bir şekilde iniyordu ve başını buzdan bir taç süslüyordu. Açık mavi gözlerinde dalgın bir ifade vardı.

Onun bu durgun halleri hiç de alışılmadık değildi. Aslında o hep mağrur bir kraliçe olmuştu. Ancak şimdi yeniden uyandıktan sonra daha da durgun gibi görünüyordu. Sanki üzerindeki uyku mahmurluğunu bir türlü atamıyor gibiydi.

Pulip, başını yana eğdi. Kraliçesinin bu halleri onu gerçekten çok üzüyordu. Ne yazık ki onu neşelendirebilecek çok az şey vardı. Minik şeffaf kanatlarını çırparak ona doğru gitti ve tahtın çevresinde döndü. "Neden bu kadar grisiniz?"

Genç kadın, hafifçe başını yana eğdi ve tam karşısında duran donmuş canavarlara baktı. O kadar çok çeşitti ki çoğunun türünün ne olduğunun bile bilmiyordu. Bir elini çenesine yasladı. "Geçen zamanın ne kadar çok şey değiştirdiğini görebiliyor musun, Pulip?" diye sordu. Sesi bu buzdan mağarada yankılanıyor olmasına rağmen son derece sakin konuşuyordu.

Küçük peri onun baktığı yere baktı ve sonra neşeyle uçmaya başladı. "Çok renklenmiş değil mi?" diye sordu neşeli bir şekilde. "Eskiden her şey çok soluk renklerdi"

Çok küçük görünüyor olmasına rağmen Pulip, kraliçesinin bahsettiği zamanları bilecek kadar yaşlıydı. Kraliçesi derin uykusuna yattığında henüz evrenler bile yoktu. Yalnızca üç diyar vardı. Biri cennet adı verilen melek denen yaratıkların yaşadığı yerdi. İkincisi cehennem Samael ve diğer şeytanların yaşadığı ateş çukuruydu. Diğeri ise ejderhalar diyarı olan Azalin'di.

Charlotte, o zamanlar Azalin'in büyük kraliçesi kutsal buz ejderhasıydı. Kimse ejderhaların nereden ya da nasıl geldiğini bilmiyordu. Ancak onları bilen herkes ejderhalar için söyle derlerdi: Tanrı'nın doğal düşmanları...

Kraliçe Charlotte, yenilmişti. O zamanki melekler onu mühürlemiş ve mühürleri de kendi içlerine yerleştirmişlerdi. Kronos'un ölümüyle zayıflamış olan mühür Kaos'un ölümüyle tamamen yok olmuş ve sonsuzluk gibi gelen bekleyiş sonunda bitmişti.

Onun yenilgisinden sonra Azalin çok zayıflamış ve ejderhalar birer av hayvanına dönüşmüştü. Sonuçta da bütün bir diyar yok edilmişti. Geriye toz zerresi bile kalmamıştı.

Pulip, henüz Charlotte küçük bir prenses olduğu zamandan bu yana onun yanındaydı. Çok uzun zamandır da onun yeniden uyanmasını bekliyordu. Ne yazık ki hiçbir zaman kendilerine pagan diyen o melekleri yenecek güce sahip olmamıştı. Ancak sadakati her zaman baki kalmıştı.

Azalin'in yok edildiğini öğrenmek elbette ki Charlotte için kolay bir şey değildi. Tanrı yaratacağı dünyalar için ejderhaların fazla büyük ve güçlü olduğunu düşünmüş olmalı ki onları yok etme kararı almıştı aksi halde bir şekilde iki tarafta pamuk ipliğine bağlı bir anlaşmanın içinde yüzüyorlardı.

Başını yana eğdiğinde uzun ipeksi saçları genç kadının önüne döküldü. "Bu evrenler için mi bütün halkımı yok ettiler" derken sesinden kendisine hiç yakışmayan bir nefret sızıyordu. "O kadar küçük ki yarattıkları minik insancıklar bile içine sığmaktan aciz"

Bu beden onun için de yeniydi. Gerçek boyuyla şimdiki insanların kurdukları gökdelenlerden bile büyüktü. Korkutucu ve bir o kadar da büyüleyici kutsal buz ejderhası bir kükremesiyle bütün evreni dondurabilecek güce sahipti.

Pulip, onun dizlerinin üzerine kondu. Yüzüne bile büyük geliyormuş gibi görünen gözlerini kadına dikti. "Sizin gidişinizden sonra paganlarda Tanrı'ya yüz çevirdi" dedi minik ve tiz sesiyle. "Bu dünyada kendilerine Tanrı demeye başladılar ve sonunda da hepsi hak ettiklerini buldu"

Elbette ki öyle olacaktı. Tanrı, onları yaratırken her birini kendi parçasından yaratmıştı. Ne büyük aptallık! Sanki bir anneymiş gibi kendisine evlat yetiştirmeye çalışmıştı. Charlotte küçümser bir ses çıkardı. Tabi ki bir erkeğin baba olma duygularına sahip biri için çocukları sorun çıkardığı anda onlardan kurtulurdu. Bir anne asla öyle bir şey yapmazdı.

En aptalcası da o salakların kendilerini güçlü sanmalarıydı. Charlotte çok güçlü olmasına karşılık her yaratık gibi onunda bir zayıf noktası vardı. Bundan yararlanarak onu yenmiş olmaları güçlü olduğunu göstermezdi. Şanslı olduklarını gösterirlerdi.

Ne yazık ki baş melek Kaos ve Kronos ölmüşlerdi. Onlardan intikam alabilme şansı yoktu. Ancak geçen sefer yaşananlardan ders almıştı. Artık kimseye nazik davranmaya niyeti yoktu. Bu evrenler arasında gerçek gücün kimde olduğunu gösterecekti.

Bütün bu yaşananların hepsi minicik ve zayıf yaratıklar yüzündendi. Bulundukları dünyanın kıymetini bilmeden sadece yok etmeye odaklı parazitlerden başka bir şey değillerdi. Yeşil bir kâğıt parçasına büyük bir icat sanıyorlar ve bütün hayatlarını buna göre yaşıyorlardı.

Pulip, dudaklarını büzdü. Onun ruh hali griden giderek siyaha doğru gidiyordu. O zaman gerçekten çok kötü şeyler oluyordu. "İnsanlar çok zayıflar" diye mırıldandı. "Eğer bir şey yaparsanız anında ölürler"

Onun endişesini görebiliyordu. Charlotte'un gücüne tanık olan biri olarak endişelenmesi çok normaldi. Diğer bütün canlılar için endişeleniyordu. Nazikçe onun çenesine dokundu. Soğuk parmakları şefkatle perinin çenesini gıdıkladı. "İnsanları seviyorum" diye fısıldadı ona. Pulip, şaşkın bir şekilde ona bakınca kıkırdadı. Bir peri olarak Pulip gerçekten saftı. Gerçek masumiyet onun sahip olduğu şeydi. "Sadece şaka yapıyorum" dedi.

YEDİ ÖLÜMCÜL GÜNAH 5- IŞIK TANRISIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin