BÖLÜM ON DÖRT - "Doğum Günü Partisi"

1.7K 85 0
                                    

SELİN

Mine'nin gidişiden yarım saat sonra, Halime teyzelerin gitmesiyle birlikte salonda yere oturmuş, sırtlarımızı koltuğa dayamış, mısırlarımızı patlatmış ve erkeklerin nedense üstün olduğu film seçme konusuna ağzımızı bile açmadan televizyonda izlemeye başlamıştık.

Film, korku filmiydi. İçinde cinselliğin bayrak tuttuğu ve gerisinde gelen romantikliğin hakim olduğu filmin ortalarında, korku hakimiyetini kavramıştı.

Ezgi hiç korkmadan, hatta karakterlerin ölmesini hevesle isteyen bir izleyici, Seçkin filmden çok Ezgi'nin hareketlerini izleyen sapık aşık, Ulaş ise sadece bakmak için ekrana bakan düşünceli varlık.

Tüm bunlar ışıkları ve kapıyı kapatmamızla başladığı halde, ben de korkmuyor değilim. Korkum, televizyon ekranında beliren ürkünç olaylar yüzünden değil, tamamıyla Ulaş ve aramızda bana acı çektiren uzaklığın, iyice açılacak ve beni içten içe öldürecek olması.

Mutfakta başlayan konuşmalarımız, parkta devam eden meydan okumalarımız ve film gecesiyle biten kararsızlıklarımız hakim olaya çünkü. Ulaş, kolunu omzuma atıp bana kısa bir cevap verebilir, ya da yenilgiyi kabullenip korktuğum için koluna girebilir ve başımı onun boynuna gömebilirim.

Kokusu bile içmediğim halde iki metre öteden beni sarhoş etse de, bunu yapmamakta kararlıyım. Onu her ne kadar özlesem de, bunu  kabul etsem de henüz zamanı değil. Yani en azından... şimdilik değil. 

Belki de onun aklını kurcalayan bir şey var. Mine'nin onsuz bir yerlere çıkması ve eğleniyor olması onu sıkıyor olabilir. Mine'nin kendi başına, kimseye ihtiyacı olmadan bir şeyler başarması mümkün olmayabilir tamam, ama bu arkadaşları olmayacağı, dışarı çıkamayacağı anlamına gelmiyor.

Tek sorun, Ulaş'ın Mine'nin yeni arkadaşlarına güvenemiyor oluşu ise, bunun hakkında konuşulacak pek bir taraf yok.

Ulaş, bu düşüncelerimin aralarından bir yerlerden süzülerek onu izlediğimi fark etmiş olacak ki, filmden gözlerini çekip bana bakıyor. Ama nedense, gözlerimi ondan alamıyorum.

"Ne?" diye fısıldıyor. O kadar sessiz ki, kocaman odada sanki ikimiz varız.

"Selin?" başını tamamen bana çevirmiş olan Ulaş, sanki bilerek yapıyormuş gibi kokusunu tenime değdiriyor, dudaklarını dudaklarımla arasında santimler kalacak kadar yakınlaştırıyor.

"Efendim?" diye fısıldıyorum, onun gibi. Ama sesim yalvarıyormuşum gibi, kısık ve tiz çıkıyor. Bana ne olduğunu sorar gibi baktığını fark edince yutkunup başımı filme çeviriyorum. Kumandayla durdurmuş olduğunu görünce hiçbir şey olmamış gibi söyleniyorum.

"Başlatsana şunu."

"Bana bak." refleks olarak ona çevirdiğim gözlerimde onun buğulu bakışlarını yakaladığım an, tekrar televizyona bakıyorum. Şu an, hiç de sırası gibi değil.

"Filmi bitirelim de yatalım artık Ulaş." bu sefer söylenmeksizin çenemde hissettiğim eli beni yüzüne döndürünce, dakikalar önce beni kendimden geçiren konuma geri dönüyorum. Aynı koku, aynı soluk ten, aynı dudak mesafesi, ayrı bakışları.

Bakışları her şeyden soyutlanmış, tek bir şeye odaklanmış.

"Ne var? Neye bakmamı istiyorsun?" tek bir şey söylemiyor. Anın büyüsünü bozmaya çalıştığım her adımımda beni geri çeviriyor. Bana bakana kadar her şey yolundaydı, ta ki gözleri bana dokunana dek.

Hiçbir şey söylemeye teşrif etmiyor. Bir şeyler olması umuduyla gözlerinin içine bakarken yüzü gittikte yaklaşıyor. Eli çenemde kalmış vaziyette, baş parmağı alt dudağımı biraz aşağı çekmiş belki de öpmeyi umuyor. Öpünce olanların, konuşulanların ve kavgaların unutulacağını sanıyor.

ENGELHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin