Öylesine bir ormanın içindeyim ki, pembe bulutların manzarası, ağaçların kokusu, rüzgar esintisi... Ne zaman kendimi orada bulsam, daha çok yaşamak istiyorum. İmkansızı konuşmak olmaz evet, ama bu imkansızlığı en çok sende sevdim orman gözlü....
Boş arazinin ortasında bir evde uyandım. Bana doğru yaklaşan karartı bir süre sonra ormanlara dönüştü. Yüzüme doğru yaklaşıyordu, nefesi nefesime değiyordu. Dudaklarıma bakıyordu.
Ayak sesleriyle yerimden irkildim. Önümde bir şömine vardı. Ayak sesleri yükselmeye başlayınca ayağa kalktım. Bana doğru yaklaşıyordu. Bir çift göz, biraz orman, biraz rüzgar... Eli yanağımdaydı. Bugün farklı bakıyordu o gözler. Sanki pembe bulutlu kıyamet beni çağırıyor ve gittiğimde de dönüşümün olamayacağını söylüyor gibiydi. Ya da bir daha çıkmak istemeyecekmişim gibi. Ama gitmeye de mecburmuşum gibi. Bir fırtına kopuyor ama ben gidince dinecek gibi. Yapraklar solmuş ama ben gidince yeşerecek gibi. Bulutlar grileşmiş ama ben gidince yine pembeleşecek gibi. Rüzgarlar her şeyi alıp götürüyor ama ben gidince yerine koyacak gibi. Çok farklıydı bugün orman gözler, çok farklıydı.
Önce neye uğradığımı şaşırdım. Bir süre neler olduğunu anlamaya çalıştım. En son latte yapıyordum, elektrikler gitmişti. Sonrası yok, silik. Beni kaçırmış olmalıydı ki buranın neresi olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Serseri her an bulabilirdi beni. Nefesimi bile duyabilecek kapasiteye sahip bir psikopattı çünkü. Eğer bizi bu şekilde görürse hiç hoş şeyler yaşanmazdı, aileme bunu yapamazdım.
Ellerimle onu ittim.
- Melih ne yaptığını zannediyorsun sen? Burası neresi, neden beni buraya getirdin? Eren gelse neler olur haberin var mı senin? Seni de öldürür beni de.
+ Ben... Senden son kez bir şey istiyorum, bugünü benimle burada geçir. Söz, hiçbir şey olmayacak. Eren'in her şeyden bihaber olacak. İnan bana.
- Sana inanmak ne kadar doğru bir hata olur, bu tartışılır. Lütfen beni evime bırak.
+ Burada kalıyorsun.
- Melih hayır ya!
- Melih! Bir şey söylesene ya! Nereye?!Hiçbir şey söylemeden oradan ayrıldı.
Oflayarak koltuğa attım kendimi. Serseri beni öylesine korkutmuştu ki, her an bir yerden çıkacak zannediyordum. Telefonum yoktu, evde de değildim. Şu an ortalığı yıktığına adım gibi emindim. Ya beni bulamadı diye Selin'e sardıysa? Ya ona zarar vermeye kalkarsa? Ya da esir alırsa? Veya aileme bir şey yaparsa? Kalp atışlarım yine hızlanmaya başlamıştı. Her an panik atak geçirebilirdim. Herkesin iyi olduğunu bilmeye aşırı ihtiyacım vardı. O sırada elinde iki tane kupayla geldi. Latte kokularını uzaktan almıştım.+ Şunu iç, biraz sakinleş. Selin güvende.
- Peki ya ailem?
+ İç şunu Almira. Biraz rahatlar mısın artık? Zaten evleneceksin bir güne. Bir daha böyle şeyler yaşayamayacaksın. Hiç mi üzülmüyorum sanıyorsun? Her şey küçücük bir hafıza kartıyla başladı. Bu yangına seni alet eden bendim. Hafıza kartı da senin körüğündü. Küçücük bir şeyden ne kadar büyük şeylerin başına geldiğinin farkındasın değil mi? Bunların hepsi benim suçum, ne yaparsam yapayım telafisi yok. En azından izin ver, seni bir nebze bile olsa mutlu etmeye çalışayım.
Hiçbir şey diyemedim. Söylediklerinin haksız bir yanı yoktu. Bir yanım bu sebeplerden ötürü ondan nefret ediyordu ama diğer yanım, sanki bu kadar aksiyonu iyi ki yaşamışım diyordu. O kadar karmaşık bir durumdaydım ki, çözülemeyen bir sarmaşıkla sarılmış gibi hissediyordum bedenimi. Bir şeyler takırdıyordu. Topuk sesine benziyordu, kafamı kapıya doğru çevirdiğimde şaşkınlıkla ona baktım. Kısa saçlı, beyaz tenli bir kız vardı orada, Melek.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
48 Saat: Nefes
Teen FictionNefes... Yaşamak için solumadım hiçbir zaman bu atmosferi. Beni, gözlerinde sakladığın ormanlara sürükledin. Şimdi söyle, bu 48 saatte nefes alabilecek miyim pembe bulutlu kıyametinde?