OMUZUNDA; "SABA"

34 9 9
                                    

Sabaha değin uyuyamadım, belki de uyumak istemedim. Belki de acı çekmek istiyordum. Bilmiyorum. Uyumamıştım işte.

Hala o masanın başındaydım. Tüm gece sandalyede oturmaktan uyuşmuş çelimsiz gövdemi biraz olsun faaliyete sokmak için ayağa kalktım. Pencereye doğru yürüyüp, dışarıya göz attığım vakit Antakya'nın köhne sokaklarının üzerine sema tarafından, hala yağmaya devam eden beyaz ve soğuk bir battaniyenin örtüldüğünü fark ettim. Kar; Akdeniz'in sıcak ve nemli ikliminde pek rastlanan bir hadise değildi. Yılda veya iki üç yılda bir defa yağar; o yağan karda sıcak güneşe dayanamayıp bir gün içinde eriyip giderdi. Başkalarını bilmiyorum ama Akdeniz ikliminin etkili olduğu bu coğrafyada yaşayan ben; karı dünyadaki çoğu şeyden çok severdim. Lakin bugün hiç havamda değildim. Canım yanıyordu...

Biraz daha sebepsizce yağan karı seyrettikten sonra karda koşup duran Sezai'yi gördüm. Üzerinde şort ve adelelerini belli eden siyah bir atletle yaz günü gibi; dışarıda mart ayındaki kediler misali bir o yana bir bu yana koşuşturuyordu. Bu soğukta sokaklarda spor yapmak için delicesine koşması bana hiç aklı selim bir insanın yapabileceği davranış olarak gözükmüyordu...

Pencerenin yanından mutfağa gittiğimde dün akşam ocağa koyduğum çaydanlığın kapkara olduğunu fark ettim, yanmıştı. Dün geceden bu yana yanıp tutuşan gözyaşlarım emsali. Tabi ya, o hengamede ocağı açık bıraktığımı fark etmemiştim. Ocağa doğru koşuyordum ki ayağım halının altına geçti ve yere bir kaya gibi düşüp suratımı zemine vurdum. Yerde, sırt üstü olacak biçimde vücudumu döndürerek iki elimle yere çarpmaktan dolayı acıyan yüzümü kapadım ve kendi kendime "Aceleci sinek süte düşer." deyip asık suratımı güldürmeyi başardım...

Onca gürültü patırtının ardından ocağın tüpünün bittiğinden dolayı yanmadığını fark ettim. Mutfak tezgahına bir şey aramayan gözlerle bir süre baktım. Hiç iştahım yoktu. O sebeple mutfaktan geldiğim mekan olan pencerenin önüne tekrar seyahat ettim. Bu pencereden aşağıyı seyretmek eylemi bende takıntı haline gelmişti galiba. Sürekli olarak buradan aşağıya bakıyordum. Etrafta pek bir kalabalığın olduğu söylenemezdi. Karda; Sezai'nin koşarken çıkardığı ayak izlerinden ve kedi, köpeklerin pati izlerinden başka bir leke yoktu. Onlarda, lapa lapa yağan soğuk pamukların tesiriyle kapanmaya mahkumlardı.

Sanki tek dostum bu pencereydi. Buradan insanlara farklı bir gözle bakabiliyordum, onları tepelerinden görebiliyordum. Evet, onlardan yüksekteydim ama onlardan üstün olmadığımı kavrayabiliyordum.

Telefonu cebimden çıkartıp saate baktım; ekran 06.59'u gösteriyordu. Bugün on dört şubattı. Eser beni tam da böyle bir vakitte terk etmişti. "Eser" dedim sanki sözcüklerim ve sesim akciğerlerimden geliyormuş gibi, sanki sözcüklerim içimdeki sıkıntıyı kusuyormuş gibi. Sanki bunu dediğimi duymuş gibi; beyaz kaldırımlarda Eser'in çehresini gördüm. İnanamadım, bu gerçek olamazdı. Kendimi silktikten sonra cama iyiden iyiye suratımı yapıştırıp o gelen adama bir de öyle bakmayı denedim. Evet, bu oydu. Bir çukurun içinde gibi kayboluyor görünen siyah gözleri, gür kaşları, kirli sakalları, sağ tarafına doğru taradığı bir parmak uzunluğundaki seyrek saçlarıyla; bu Eser'di ve bu tarafa doğru geliyordu. Demek dünkü mesajı, bugün; on dört şubat tarihinde yapacağı sürpriz için atmıştı ve moralimi düşürmüştü. İşte şimdi mutlu olmuştum. Birini mutlu etmenin yolu beklentilerini düşürmektir. O da bu taktiği uygulamıştı işte.

Daha fazla düşünmeyip onu aşağıda karşılamak için hızla aşağıya inmeye giriştim. Daha süratle gideceğimi zannedip, asansör yerine merdivenlerden paldır küldür inmeye başladım.

Dışarıya çıktıktan sonra, kaldırımda durup benim oturduğum binaya beni arar gibi bakan Eser'e doğru koşarak kemiklerini kırmak istercesine sarıldım.

SABAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin