KAFES DÖVÜŞÜNDE

21 8 9
                                    

Sabah vakti güneşin dünyaya ilk bakışlarıyla ve evimin içinde yankılanan kuş motifli zil sesi ile dünkü yorgunlukla derinleşen uykumdan uyanıp mahmur bakışlarla yarı ayık yarı sarhoş kapının yanına gidip, kapıyı açtıktan sonra; kestane rengi ince saçlarını yana tarayarak kaşlarına kadar uzatmış, patlıcan burnu, muhtemelen fazla uykudan erik gibi şişmiş kahverengi gözleri, üzerine giydiği kot pantalon,mavi çizgili beyaz gömleğin üzerine giydiği siyah renkli kalın ceketi ve sinek kaydı tıraş olmuş beyaz tenli yüzü ile karşımda duran adama ne istediğini sormak için
"Buyrun." dedim. "Ben, Halil Kunduracıya bakmıştım." İlkinde söylenen ismi anlamama rağmen, sadece şaşırmış olduğumu belli etmek için yüzümü buruşturarak "Kime bakmıştınız?"dedim. "Halil Kunduracı" "Kusura bakmayın, ben öyle birini tanımıyorum." Sert bir ses tonuyla "Sen bu apartmanda oturmuyor musun?" dedi.
Bana bu soruyu sormasındaki maksadı merak ederek "Af buyurun. Acaba siz kim oluyorsunuz?" dedim. Lakin o sualime yanıt vermek yerine "Kimse, ben kimse oluyorum hanımefendi" "O da ne demek?" "Kimse oluyorum işte. İnsanların, 'her kimse umurumda değil' dediği tiplerden, kimileri için kimse olanlardanım işte. Hiç kimseyim ben. Var ile yok arasında sıkışıp kalmış bir insanım o kadar. İnsanların kalbindeki ömrüm, yüzlerindeki bir anlık tebessüm tükenenene kadar. Varlığımda yokluğumda belli olmaz. Haklı olsam dahi, sözlerim haklı olmaz. Kime sorsan haktan yanadır ama biride haktan yana olan benden yana olmaz. İnsanlar beni fark etmedikleri için sevmiyorlarda ama inanıyorum beni bir gün çok sevecekler ve o gün adım yankılanacak şehrin tüm minarelerinde. "Bir süre uzun bir sessizlik oldu. Öylece kapıda duruyor olan adama saygısızlık ve kabalık ettiğimi düşünerek içeriye davet ettim lakin kabul etmedi ve sanki bu davetimi bekliyormuş gibi, onu içeriye davet ettikten sonra bana teşekkür edip çekip gitti.

Evin içinde sesli konuşarak "Dışardan bakınca psikolog gibi mi duruyordumda bu adam beni görür görmez derdinden söz etmeye başladı?" dedim kendi kendime...

Sağlam bir kahvaltı yaparak üzerimi giyindikten sonra Eser'in bana gizli alfabemizle vermiş olduğu adrese gitmek için hazırdım.

Cebimdeki altı yüz liranın, yüz altmış TL'sini taksi şöförüne verdikten sonra Sırçasemt adındaki eski pamuk fabrikasi ile aramda bir kilometre kadar uzak bir mesafe vardı. Etrafımda yeni yeşermeye başlayan ekinlerin ve pamuk tarlalarının arasında bir toprak yoldan ilerlemeye başladım. Sol tarafımda dümdüz uzanan ova boyunca irili ufaklı köyler ve yapımı süren devasa büyüklükte bir alışveriş merkezi vardı. Alışveriş merkezinin burada ne işi olduğunu soran beynim, yine aynı soruyu kendisi yanıtladı. Şehri buralarada taşıma gayreti içindeydi yönetim. Zaten geldiğim yöne doğru anayoldan bir kaç kilometre ilerledikten sonra apartmanlar, alışveriş merkezleri, eğlence mekanları boy göstermeye başlıyordu. Şehri daha nereye taşımayı planlıyorlardı ki? Ovanın ortasına binalar dikmek ne kadar mantıklıydı? Verimli arazilere bina dikerek toprağı heder etmek kimsenin isteyeceği bir durum olmazdı. Bu verimli topraklarda bu devasa alışveriş merkezinin işi ne? Neden daha verimsiz topraklara yerleşim yeri, alışveriş merkezi yapmak yerine; bu cömert arazilere yapılan ne türlü bir zulümdü. Benim zannımca büyük ölçüde getirisi olan ve köylünün, çiftçinin ekmek kapısı olan bu topraklara bunları yapmanın hiç bir manası yoktu. Her tarla alan adam, aldığı tarlaya bina dikebilme gibi bir lükse sahip olmamalıydı...

Artık devasa bir demir yığını olan fabrikanın önündeydim. Üzerinde Sırçasemt pamuk fabrikası yazıyordu. Bir kaç bölmeden oluşan bu yapıların en büyüğünün devasa kapısından içeriye temkinli adımlarla ağırca sokuldum. Tavan, ortasından ikiye bölünmüş bir silindir gibi upuzun uzanıyordu. İçerinin bir pamuk fabrikasına benzediği söylenemezdi. Zaten eski bir pamuk fabrikası olduğu için galiba artık depo olarak kullanılıyordu. İçlerinde ne olduğunu bilmediğim binlerce karton kutu ve bunları taşımaya yarayan, yan yana dizilmiş onlarca iş makinası vardı. Belirli bir düzen içinde dizilmiş karton kutuların arasından yavaşça giderken yerlerin pis olmasının dikkatimi çekmemesine imkan yoktu. Yerlerde plastik çöplerden, hayvan dışkılarına kadar envai çeşit pislik mevcuttu. Miğdemin bulanmamasına imkan yoktu ama mühim olan miğdem ve ben değildim. Mühim olan Eser'in burada olup olmadığıydı. Biraz daha ilerledikten sonra boyumu aşan karton yığınların arasında yolumu kaybetmişmiyim diye geriye bakıyordum ki tok bir ses koca hangarın içinde defalarca yankılandı. Sesin ne dediği hakkında hiç bir şey anlamamıştım lakin sesin geldiği yöne doğru biraz daha ilerlediğimde, kutu yığınlarının tükenip ondulin ile çevrelenmiş iki odanın bulunduğu bir mekana geldim ve oradan ansızın çıkabilecek olan birinin beni göremeyeceği bir noktaya saklanıp dinlemeye başladım.
"Tamam şimdi çık dışarıya, yalnız kalmak istiyorum" dedi sesini ve ses tonunu yankılardan ayıklayamadığım bir erkek sesi. Sırtımı duvara yaslayıp, yere yattıktan sonra çıkacak olan adamın gitmesini bekledim. Adam gittikten sonra içeriden konuşmalar gelmeye devam etti.
"Bu konuda ne düşünüyorsun Eser? Geldiğim noktayı beğendin mi? Bir insan olarak böyle bir şeyi yapamayacağımı düşünüyordun. Bak gördün mü? işte buradayım. Arzuladığım noktadayım ve bir dünya markasıyım."
"Bir insan olarak tamamlayamayacağını söyledim ve dediğimde oldu. Bir insan olarak tamamlayamadın, tüm insani özelliklerini kaybetmişsin. Sana insan demeye bin şahit lazım." "Beyhude yaşadığın gibi, beyhude konuşuyorsun Eser." dedi Eser'i kaçırdığını düşündüğüm adam sakin bir ses tonuyla ama adamın sesini bir türlü kavrayamıyordum. Eser'in sesi öyle değildi, çok net ve sadeydi... Adam konuşmasına devam etti.
"Ben doğru olduğunu düşündüğüm şeyi yaparım. Bu kez de değişen bir şey olmadı."
"Senin doğru olduğunu düşündüğün şey diğer insanların doğrusuna zıt düşüyorsa bile doğru olduğunu düşündüğün şeyi mi yaparsın?"
"Diğer insanların ne düşündüğü umrumda değil" "Onlarında umrunda olmayan şey senin ne düşündüğün." Bir süre sessizlik oldu. Bu sükuneti kimliği belirsiz ses bozdu.
"Seni, yürüdüğün yolda gittiğin parlak ışıktan vazgeçiren nedir biliyor musun?"
"Hayır" dedi Eser'im.
"Seni, yürüdüğün yolda gittiğin parlak ışıktan vazgeçiren şey karşına çıkan daha parlak bir ışıktır" "Embesilce konuşma!"
"Akıllıca yanıtlar aptalca görünen sorulardan doğar. Akıllı insanlar çoğu zaman aptalca görünen haraketler yapar Eser"
Kocaman bir kahkaha koptu Eser'in ağzından
"Demek kendini böyle avutuyorsun. Aptal insanlar aptalca hareketler yaparlar. Zeki insanlarda zekalarının gerektirdiği ölçüde düzgün hareketler yaparlar." Bir of sesi duyulduktan sonra  "Sus! Ben insanların hayatlarını düzene sokuyorum." "Düzenlerini bozarak mı?"diye kükredi Eser.
"İnsanlar, sistemin kuralsız eşitsizliğini ve düzensizliğini düzenleri haline getirmişler. Mutlu olmasalarda mutlu gibi davranıyorlar."
"Sen mutlu değilsin diye, diğer tüm insanlar mutsuz olmuyor. Sen mutlu olamazsın zaten."
Koca bir çığlık şeklinde bir bağırtı kulaklarıma işkence ederek "Neden ulan nedeeen?"diyen ses meçhul adamdan çıktı. "Hiç bir şey duygulardan daha değerli değildir.
He aptal! Bütün bunlara ulaşmak için duygularını satıp mutlu olmayı mı planlıyordun. Hatırlatayım, mutlulukta bir duygudur..." Eserden koca bir kahkaha daha koptu lakin kahkaha sesleri bir silahın gürültüsüyle kesildi. Tam kalkacağım anda, mantığım kolumdan sımsıkı tutup kalktığım yere tekrardan oturttu beni. Ses çıkarmamak pahasına iki elim ile ağzımı kapatıp kartonlara yaslanarak sessiz sessiz ağlamaya başladım. Onu öldürmüştü. İşte şimdi kendimi, daha önce olduğundan çok daha fazla boşlukta hissediyordum...

SABAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin