"NEDEN ARTTIRMAK İSTİYORSUN Kİ?"

26 8 16
                                    

Gözlerimi; Sezai'nin oturma odasında bulunan uzun bir koltuğun üzerinde, üzerimde kalın bir yorgan ile açtım. Birden bir çelişkiye düştüm yoksa bu olanların hepsi birer rüyamıydı?
Ama bütün bu olanlar düş olamayacak kadar gerçekçiydi. Kalabalığın gürültüsünü ve yerde tekme yerken Sezai'nin "acıyı seviyorum" dediği iniltisinin yankısını hala kulaklarımın içinde hissedebiliyordum.

Nedensizce yerimden kalkmaya yeltenerek üzerimdeki yorganı üzerimden kaldırıyordum ki "kıpırdama"dedi elinde iki tane beyaz renkli kupa bardakla, kapının ucunda kot pantalon ve gömlekle bir adet traş olmuş Sezai." Kolunu fena incitmişsin, büyük ihtimal çatlamış ama kırık gibi çatlamış. Normal bir çatlak değil yani. Nasıl becerdin?" dedi karşımdaki tek kişilik koltuğa oturup bana kahve bardağını uzatarak. Bana uzatılmakta olan kahve bardağına dokunmadan hemen, adamı düşürmek pahasına üzerine düştüğüm sol koluma baktım. Dirseğimden bileğime kadar alçıya alınmıştı. "Ben aldım. Nasıl beğendin mi?" "Sen mi aldın?" diye soru sordum sualine yanıt olarak şaşkınlıkla. "Evet ben aldım." koluma tekrardan baktım. Alçı gerçekten kusursuzdu. "Demek tıpta biliyorsun" "Acımı arttıracak kadar"
"İnsanlar acılarını dindirmek ister. Sen neden acını arttırmak istiyorsun ki?"
"Çünkü acıyı seviyorum" yine o şifreli sözü söylemişti.  "Acıyı sevdiğini anladımda, neden seviyorsun?" "İnsanlar, her zaman neyi niye sevdiklerini hiç bir zaman bilmezler. Kimse niye sevdiğini bilmez ama benim acıyı sevme nedenim, acıyı bulmak. Bulabilmek için seviyorum. Bundan yıllar önce bulmuştum kaybettim. Şimdi tekrardan arıyorum." "Bulmasan ne olacak ki? Acısız bir hayat çok daha güzel olurdu." dedim alaycı bir ses tonuyla. Bu alaycı sözüme karşılık olarak hiç bir kelam etmedi ve içi kahve dolu bardaktan bir yudum alıp koltuğun içine kendini bıraktı. Ardından içinde anlamını bilmediğim anlamlar taşıyan yeşil gözleri ile beni süzmeye başladı. Sanki beni süzerken beni süzmüyor, beni süzer gibi görünüp düşünüyordu. Birden sükunetin huzurunu dağıtıp "Herşeyi bilebilmek mümkün mü?" diye felsefi bir soru sordu bana. "Evrende sonsuz bir bilgi haznesi olduğu ve doğduğu için, her şeyi bilebilmenin mümkünatı yok" dedim bana sorduğu garip soruya mantıklı bir cevap vermeye çalışarak. "Peki hiç bir şey bilememek mümkün mü?" biraz düşündükten sonra yanıt verdim "Bilemiyorum"  "Aslında hiç bir şey bilememek mümkün değil. Hiç bir şey bilmediğini bildiğin zaman bile farkında olmadan bir şey bildiğini kabul etmiş olursun. Hiç bir şey bilmediğini söylüyorsan, hiç bir şey bilmediğini bildiğin için bir şey bilmiyor olmuyorsun. Sonuç olarak hiç bir şey bilmemek mümkün değil. O zaman soruyorum; peki bunların ortası mümkün mü?" "Her şeyin bir ortası vardır."
"Meçhulatlar içinde olanların değil... Hiç bir şey bilememek mümkün değil, her şeyi bilmekte mümkün değil, bu ikisinin bir başlangıcı ve sonu olmadığı için ortasıda mevcut değil. Peki o vakit insanların, birbirleriyle bir bilgi yarışı içine girip kimin daha çok bilgi bildiğini öğrenmeye çalışması aptalca değil mi? Sonuçta bu ölçülebilen bir şey değil. Zeka ve bilgi görecedir. Aslında mühim olan neleri bildiğin değil, neleri düşünebildiğindir. Bilgi unutulur, düşünce her daim yaşanır. Bilgilerin ölür, yaşantın hep yaşar..." bu adamın yanında bir hafta talabe olarak kalsam filozof olur çıkardım evelallah. Neden sözlerinin her birinde karşısındaki insana hayat dersi verme gibi bir gaye gizli olduğuda ayrı bir sualdi elbette... Belkide, bu sözlerle bana iyi bir yazar olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu ama hiç kitabını okumama rağmen gerçektende iyi bir yazar olduğunu bilebiliyordum.

Bu konuyu dağıtmak için olmasada, sonucu bu konuyu dağıtmaya varan konuyla alakasız bir sual yönelttim Sezaiye
"Neden orada beni, bana vurarak bayılttın" dedim sert bir ses tonu ve ciddi bir yüz ifadesi takınmaya çalışıp onu sorgulama maksadıyla. Haliyle öfkelendiğimi anlamış olacak ki "Öfkelenme Sultan, mantıklı bir açıklamam var. Benim o mekanda bulunan hasımlarımın çokluğu, senin öfkenden çok daha fazla. Eğer bir şekilde senin; benim apartman komşum olduğunu, arkadaşım olduğunu falan öğrenirlerse büyük ihtimalle beni öldürebilmek için seni kullanacaklardır. Yani düşmanlara karşı ayık kalabilmem için seni bayıtmam icap ediyordu." "O zaman teşekkür etmem mi gerekiyor? Bana vurarak, beni bayılttığın için." "Sadece dövüşlerime gelme." Oraya nasıl geldiğimi bilmediğimi söyleyecek, başıma gelen olayları söyleyecektim ki bu konunun gizli kalması va herkes tarafından bilinmemesi en doğrusu olur diye düşündüm. Bu adamı daha kaç gün oldu tanıyordum ki? Onu tanımıyordum bile. İçimin ona ısınmış olması, iyi bir insan gibi görünüyor olması, bu adamda şeytan tüyü olması ona güvenmem gerektiği anlamına gelmezdi. Güven, öyle herkes için harcananabilecek bir duygu değildi. Kıymetli bir duyguydu ve bu duygu, bu duyguyu boşa çıkarak bir insana verildiğinde sonuçları fena hüsranlar doğurabilirdi.

Bir saat sonra kolumda bulunan alçıyla daireme çıktım ve iç cebimde bulunan iki kasetide çıkartıp önünde oturduğum masanın üzerine koydum. İçlerinde ne olduğunu merak etmemek elde değildi çünkü; o delik deşik olmuş kaset çaların içinde Eser'in, o kimliği meçhul adam ile kurduğu diyaloglar vardı. Bu ikisinde de öyle bir içerik olabileceğini umuyordum ama bunları çalabilmek için evvela bir kaset çalara hacet olacaktı. O iş, benim için pek sorun teşkil etmiyordu. Hemen ayaklanıp Büşra ile kilere yığmış olduğumuz karton kutuların yanına vardım. İçlerine;suya dalan bir dalgıç misali girip daha beş parmak kadar küçük bir çocukken, daha dedem bana götten bacaklı dediği zamanlarda, daha burnumun sümüğünü burnumda kurumadan görmediğim zamanlarda bana doğum günü hediyesi olarak alınan; o zaman için oldukça pahalı olan bir kaset çalar vardı. Karşı komşumuzun çoçuğunda gördüğümden beri bir kaset çalarda bana almaları için annem ve babama yalvarmıştım. Bir kaset çalardan beş tane alacak kadar parası olan babam, o zamanlar çok naz yapmıştı ama bitmek bilmeyen arzum ve dirayetimle ona istediğimi aldırtmayı başarmıştım. Henüz aldıktan sonra aradan üç ay geçmesine rağmen ondan sıkılıp, yerine koca pembe bir ayı gelince bir köşeye pabucunu atmıştım ama katiyen onu terk etmemiştim. Onu sevdiğim ve bana lazım olduğu için değil, onu babama bir şekilde aldırabilmek için ne kadar ağladığımı ve yalvardığımı asla unutmadığım için. Onca geçen zamana rağmen şimdi işime yarayacak olması, ona sempati duymamı sağladı. Tek yapmam gereken onu, kartonların birinin içerisinden bulup çıkartmaktı.

Yaklaşık yarım saat sonra harp alanına dönen kilerden elimde eski ama eskimemiş pembe rengi ile kaset çalar ile çıktım.

Oturma odasına geçtikten sonra incinmesinden ürker gibi onu nazikçe masaya koyup içinde bulunan başka bir kaseti, düğmesine basıp çalmaya başladım. Düğmeye basar basmaz daha bir çocukken delirircesine dinlediğim hoplamalık bir pop şarkısı çalmaya başladı. Bağırarak şarkı söyleyen adam;

"Seni içimden sökerim
Yüreğimi derelere dökerim
Coşkun dereler bulanır
Okyanuslar aşkımla boyanır

Hadi bak bana bir kere
Hadi öp beni bir kere
Bu da sana kalbimden
Kopardığım son pare

Hadi gel sevgili hadi bekletme
Oturup acı çekişimi seyretme
Ne olur unutma beni hemen
Seviyorsun beni, bu kadar diretme

Hadi bak bana bir kere
Hadi öp beni bir kere
Bu da sana kalbimden
Koparıp verdiğim son pare" bu sözleri güzel mi güzel bir melodi eşliğinde söylüyordu.

O zamanlar delirircesine dinleyip evin içinde, annemin alkışları eşliğinde göbek atarak oynadığım bu şarkı şimdi benim kılımı bile kıpırdatmıyordu. Hatta mantıksız bile buluyordum şarkıyı. Sözleri değil, melodiyide değil... Tümüyle şarkının bütünü saçma geliyordu bana. Sözlere bakıldığı zaman acıklıydı ve başarısız olan bir aşk hikayesini açıklıyordu lakin melodi ve şarkıyı söyleyen adamın sesi sözlerden çok uzaktı. Sözler ilk harfinden son satırına kadar hüzünlüydü lakin müzik insana neşe veriyordu. Aşırı anlamsızdı. Kimse sevdiğinden ayrı düştüğü için dans edip göbek atmazdı herhalde. Şahsen ben, Eser benden ayrıldığı için dans edip göbek atmadım. Bana göre bu şarkı, bu sözleri duygulanarak yazan yazara büyük bir saygısızlıktı... Ama benim bu kaset çaları alıp bu masanın üzerine koyma gayem, bu eski şarkıyı dinleyip eleştiri
etmek falan değildi. O sebeple kendime gelip, kasetlerden birini kaset çalara koydum ve düğmeye bastım.

SABAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin