Bazı aşklar günah gibidir; öyle bir günahtır ki bedeli berdel ile ödenir.
Bu topraklarda, erkeklerin yaşaması için kadınlar kurban edilir. Kadın haklarından bihaber olan bu coğrafyada, kadın kahramanlar vardır.
Bu bir aşk hikayesi değil; kaderine bo...
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Medyada Numan Elver & Azad ağa
"Yavrum, Hazalım!" diyerek tabuta sarılan yaşlı adamın gözyaşları sel oldu. Ayakta durmakta zorlanıyordu. "Gülserenimin emanetiydin sen bana, şimdi sen de gittin. Ben bu acıya nasıl dayanırım!" Her haykırışı herkesin yüreğinde derin bir sızı bırakıyordu. İzmir semalarında yankılanan bu acı dolu ses, kara bulutların kederle birleşip yağmur yağdırmasına sebep olmuş gibiydi. Gencecik bir kadın, evladının kokusunu içine çekemeden hayata veda etmişti. Dualar arasında hıçkırık sesleri yankılanıyordu. Dizlerinin üzerine düşen yaşlı adam, eliyle tabutun üstünü okşadı.
"Affetmiştim seni. Torunumla yanına gelmiştim. Ellerimle doğum hediyesi olarak sana bir gerdanlık hazırlamıştım. Ama bana kızın öldü dediler! Sen yavruna, ben de yavruma kavuşamadım!"
Ağıt yakan Numan amcayı sakinleştirme görevi Azad'a düşmüştü. Zaloğlu, yaşlı adamı yerden kaldırarak ona sıkıca sarıldı. Teselli etmek zor bir görevdi. Hazal, Karslanlar yüzünden belaya bulaşmış ve sağ olup olmadığını bilmezken, ona kızının Azad Ağa'nın metresi olduğunu söylemişlerdi. Evladı hayattayken ona evlat acısı çektirmişlerdi. Bu gerçeği öğrendiğinde kızını evlatlıktan reddetmiş ve "Eğer ölürsem cenazeme gelme!" demişti. Şimdi ise kendisi biricik kızının cenazesindeydi. Bu acıya yürek dayanmazdı!
Hocanın cemaate seslenmesiyle, cenaze namazını kılmak için sıraya geçtiler. Hazal'ın namazı kılınıyordu. Büyük bir sessizlik hâkimdi; sadece hocanın sesi duyuluyordu. Namaz bittikten sonra hoca efendi tekrar seslendi:
"Merhumeyi nasıl bilirdiniz?"
"İyi bilirdik!" cevabı yükseldi. Hoca yeniden sordu:
"Hakkınızı helal ediyor musunuz?"
Hep bir ağızdan "Helal olsun!" diye karşılık verdiler. O sırada gelen bir ağlama sesi herkesin dikkatini dağıttı. Azad yavaşça sesin geldiği yöne döndü. Dicle'nin kucağında, Hazal'ın oğlu ağlıyordu. Küçük bebeğe babası Gökmen Hamza adını vermişti. Öksüz kaldığı günden beri Dicle, kumasının emanetini kimselere vermemişti.
Ölümün sandığımızdan daha yakın olduğunu bir kez daha anladılar. Azrail, kurbanının canını bir çırpıda alırken geride kalanlar perişan olmuştu. Beklenmedik, aniden gelişen bir olaydı. Sağlıklı bir şekilde doğumhaneye giren Hazal'ın ruhsuz bedeni çıkmıştı o kapıdan. Dicle de herkes gibi kumasının ölümüne çok üzülmüştü. En çok da Gökmen için, yüreği paramparçaydı. Rahmetliye verdiği sözü sadakatle tutacaktı. Bu küçük günahsız yavruya anne olacaktı. Kendi çocuklarından asla ayırmayacaktı. Artık Dicle Zaloğlu'nun üç çocuğu vardı; bunu herkes böyle bilecek ve kabul edecekti.
Hazal'ı kabristana defnettikten sonra cenaze evine gittiler. Orada taziyeleri kabul edip yemekler dağıttılar. Dualar ve Kur'an tilaveti yankılanıyordu. Genç ölüm, hele bir annenin evladına kavuşamadan vefatı, kahredici bir acıyla herkesi sarsmıştı. Dicle, hiç tanımadığı kadınların arasında Gökmen'e sıkıca sarılmış, okunan Yasin-i Şerif'i dinliyordu. Sağında Eymen'i taşıyan Şirin, solunda Seymen'i taşıyan Rojda oturuyordu. Şeytanın vesvesesi eksik olmazdı; onca acının içinde dedikodu yapanlar da vardı. Dicle için rahatsız edici bir durumdu fakat aldırmamaya çalıştı. Hazal'ın son yolculuğunda onunla huzur içinde vedalaşmak istedi. Asena durumu fark edip Dicle'nin yanına yaklaştı ve kulağına eğilerek fısıldadı: "Dicle, Gökmen'i ben alayım, sen biraz arka bahçeye çıkıp nefes al. Lohusasın, kendini daha fazla strese sokma." Dicle başıyla onaylayıp manevi oğlunu Asena'nın kucağına bırakarak dışarı çıktı.